23 Nisan törenleri bitti bitecek derken önce hafif bir deprem oldu. Daha sonra 6.2 büyüklüğünde 13 saniye süren ikinci deprem olunca yalandan mutluluğumuz, kaynaşmış imtiyazsız sınıfsız kitleselliğimiz dağıldı bir anda. Herkes bir yana doğru koşturmaya başladı. Az önceki tören sırasındaki düzen ve intizamdan eser kalmadı. Gururlu duruşumuz, itinalı sözcüklerin yerini panik ve şaşkınlık çığlıkları aldı
Depremin olduğu gün, 23 Nisan 2025 günü ilkokulun bahçesinde “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı kutluyorduk. Öğrenciler, öğretmenler, anne ve babalar, teyzeler, halalar, daha okula başlamamış küçükler, dedeler, nineler… Bir yanda geleneksel kıyafetlerde halk oyunları, bir yandan modern danslar, şiirler, marşlar, çocuk bayramının dünyada tek oluşuna vurgu yapan konuşmalar, bayrak, Atatürk…
Biraz abartı, biraz yalanla modern bir devletin yurttaşlarıymış gibi davranıyorduk. Yarım yamalak bağımsızlık, yarım yamalak laiklik, yarım yamalak bir özgürlük içinde, temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanmadığı, seçme ve seçilme özgürlüklerin kayyuma devredilmediği, gençlere işkence yapılmadığı bir yerde yaşıyor gibiydik sanki. Bir süre “mış gibi” yaparsınız gerçek olur demiyor muydu kişisel gelişimciler! Biz bunun gerçekten olabileceğine inanmak istiyorduk sanki, böyle bir şeye demek ki çok ihtiyacımız var. Demokratik bir toplumda yaşıyormuşuz gibi yapıyoruz ve demokratik bir toplum oluyoruz! “Zenginmişiz” gibi davranıyoruz ve evren bize geri dönüş yapıp zengin oluyoruz! İnanılır gibi değil ama inanıyoruz/inanılıyor. Olmayana ergi metodunda, bir iddiayı doğru kabul ederek onun saçma bir sonuca vardığını görüp mantıksal olarak iddianın yanlış olduğunu ispat edince iddia yanlış denir/denilirdi. Şimdi ise bir toplumsal saçmalıklar bir iddianın doğruluğuna kanıt yapılıyor. Kırk tane 1 Türk Lirası 1 Euro ediyor, altı asgari ücretli Türk emekçisi, bir tane Alman emekçisi kadar maaşı ancak alabiliyor ama hala kıskanılan taraf biz oluyoruz. Belki de nasıl oluyor da yaşamımızı sürdürdürebildiğimize, gerçekliği bu kadar ters yüz edebilmemize şaşırıyorlardır.
23 Nisan törenleri bitti bitecek derken önce hafif bir deprem oldu. Daha sonra 6.2 büyüklüğünde 13 saniye süren ikinci deprem olunca yalandan mutluluğumuz, kaynaşmış imtiyazsız sınıfsız kitleselliğimiz dağıldı bir anda. Herkes bir yana doğru koşturmaya başladı. Az önceki tören sırasındaki düzen ve intizamdan eser kalmadı. Gururlu duruşumuz, itinalı sözcüklerin yerini panik ve şaşkınlık çığlıkları aldı. Apaçık bir şekilde korktuk, yüzümüz bulutlandı, dizlerimizin bağı çözüldü denir ya aynen öyle oldu.
Herkesin aklına deprem anında evde olabilecek yakınları, sevdikleri geldi aklına. Ufak çocukları ve apartmanların merdivenlerden bir başlarına inemeyecek olan hastaları, yaşlıları… Herkes ulaşabileceklerine ulaşmaya çalıştı telefonlarıyla ama telefon hatları her zaman olduğu gibi çalışamaz olmuşlardı. Telefon hatları ve internet fiyatlarına benzer ülkelerden daha fazla para ödüyoruz. Buna mukabil hizmet alamadığımız gibi ne duyuyoruz yetkililerden? Sözde hızlar durmadan yükseliyor, yok hatlar bilmem ne fiber optik oluyor, yok uydularımız uzayda dönüyor, yok yeni “G”lere geçiyoruz… Ama en kritik anlarda, en lazım olduğu dakikalarda sonuç dıt dıt dıt sesi veya derin bir sessizlik oluyor telefonun içinde. Kimseye ulaşamıyoruz kimse bize ulaşamıyor. Telefon hatlarının kilitlenmesi böylesi anlarda korkuyu daha da büyütüyor.
Denizin kilometrelerce altındaki fayın hareketi bizi donduruyor. Büyük bir çaresizlik hissi düşürüyor içimize. Elimiz kolumuz bağlı, tutamak noktaları arıyoruz. Denizde insanın boğulmasının nedenlerinden biri de insanın ayaklarını sağlam bir zemine, yere basmaya çalışırken yüzeyde kalamaması, kendini batırmasıdır. Sonuçta çok uzun süreler ayakları bir yere basmadan yaşayamayan bir canlı türüyüz. Güvenlik hissini, bir şeylere başlama gücünü bize veren yeryüzü dayanak noktalarımızı oluşturur. Ondan güç alarak sıçrarız, ilerleriz. Eğer yere, sadık dostumuz toprağa, evlerimize de güvenemeyeceksek nasıl yaşarız?
Bütün canlıların bir yuvası vardır. Karıncaların yuvaları, ayıların inleri, aslanın ormanı, köstebeğin toprak altı evi… Hele çalı çırpıyı, küçük dalları ustaca iç içe geçirerek yuva yapan kuşlara ne demeli… Hiçbir hayvanın yuvası depremde bizim evler gibi dağılmıyor, hiçbir hayvanın yuvası o hayvanın ölümüne yol açmıyor. Ya bizim? Her deprem sonrası yıkıntılar altında o halk türküsündeki garip çobanlar gibi kalakalıyoruz:
“Cümle kuşlar yuva yapmış/Serçe kadar olamadım”
Kabul edelim ki her ev sıcak bir yuva değildir. Kadınların, kızların, çocukların bazı evlerde ne zulümler çektiklerini biliyoruz. Muntazam evlerin, o sıcak görünümün altında kadınların görünmeyen emeğinin varlığı gizlidir. Evlerde zülüm gören o kadınlar, çocuklar da daha rahat soluk alabilecekleri bir ev özlemi çekerler, bunun için mücadele verirler. Kısacası hali hazırda evler insanlar için vazgeçilmez birer özel alandırlar.
Eviniz olduğu semte, sokağa yaklaştıkça insanlar rahatlatmaya başlar. Bazen bir semt, bir mahalle veya sokak evin bir parçası gibi dışarıya uzanır. Bir başkasının çok şık, çok konforlu evinde bir süre kaldıktan sonra veya tatilde konakladığınız otel odasından eve geri dönünce evinizin size verdiği rahatlık, aşinalık, huzur duygularını çok daha bariz hissedersiniz. Oysa ekmek parasını kazandığınız işiniz evin dışındadır; hayat sokakta cereyan ediyordur, özgürlük sokaktadır. Toplumsal ilişkilerin çoğunluğu evin ötesinde kurulur. Evler ise daha bireysel, daha kişiye ait, daha özgür, daha keyfi davranabildiğimiz yegane alandır. Kimseye hesap vermekle yükümlü değilsinizdir. Yediğinize, içtiğinize, giydiğinize, oturup kalkmanıza laf edecek kimse yoktur. En doğal sevinçlerimizi ve üzüntülerimizi evde yaşarız. Tertipli yada dağınık olma halimiz evdedir. Toplumsal maskelerimizi indiririz. Sizi siz yapan anılarınızın çoğu evdedir. Bir çeşit bellek sarayıdır ev, gözü kapalı var olduğunuz bir yer. Dünyaya, topluma karşı hazırlandığınız bir yerdir. Tam kapıdan dışarıya çıkarken kendinize son bir çeki düzen vermek için göz ucuyla baktığınız, kendinize gülümsediğiniz yerleridir evler.
Ev duygusal yaşamın kaynağı olduğu kadar canlılığımızı sürdürebilmemizi sağlar. Örneğin dışarıda uyuyamayız. Uyku gibi saatlerce süren temel gereksinimimizi evlerde karşılarız. Beslenmemizi, yiyeceklerimizi evlerde saklarız, gideririz. Banyo, tuvalet, sıcak ve soğuktan korunma evlerde olur. Kardan, yağmurdan, rüzgardan evlere kaçarız. Evlerde sevişir, evlerde türün devamı çocukları büyütürüz. Ev, en büyük şemsiyedir altına girdiğimiz…
Ev herkesin en otonom olduğu yerdir. Devletin ve toplumun en az sızdığı yerdir belki de. Bu sayfalarda daha önce de yazdım:
Ev “özel mülkiyet” değil, “özel” bir mülkiyettir ve herkesin hakkıdır. Ve ne kadar yaralayıcı bir şeydir bu dünyada hep kiracı olarak yaşamak. Niye barınma hakkı bir bedel karşılığında olsun? Niye herkesin bedelsiz oturabileceği bir evi olmasın? Hem de herkese yetecek kadar ev varken!
Depremden sonra milyonlarca insan akşam olunca evlerine girip giremeyeceklerini merak ettiler. Bu konuda devlet yetkilileri pek konuşmazken deprem uzmanları da nasıl bir cevap vereceklerini bilemediklerinden evinizde gözle görülür çatlaklar yoksa ve evinize güveniyorsanız girebilirsiniz, diyorlar. Tabii, bu karar kişisel bir tercihtir ve sizlere kalmıştır demeyi ihmal etmeyi unutmadan yapıyorlar bu uyarıyı. Bizlere kalmış evlere girme kararı, bu da bizlere kalmış! Kapitalizmde bir mal veya hizmetin maliyetine giren her unsurun, üretimin her aşamasının bedelini sonunda nihai tüketici öder, nihai tüketiciye yıkılır ya tüm süreç, tam da onun gibi… Her şeyden sen sorumlusun ya da her şeyin suçlusu sensin! Helezonik bir utanç/suçluluk duygusuna düşürürler insanları…
Siz memlekette çözülmüş bir tane mesele görüyor musunuz? Diyelim eğitim sorunu çözemediniz. Peki sağlık sorununu çözseydiniz ya da sağlık sorunları devam ediyor da hayat pahalılığını çözeydiniz. Temel gıda; et, süt, yumurta, meyve sebze sorunu halledeydiniz. Diyelim enflasyon sorununu çözemediniz doğanın korunduğu bari temiz bir çevrede yaşayabilseydik. Bırakın bunları mesela her sınıftan insanı ortak olarak ilgilendiren trafik sorunu bile çözülememiş duruyor. Kapitalizm ve yere göğe sığdıramadıkları bin yıllık devlet aklı bir tek meseleyi çözemiyor, ülke gündeminden düşüremiyor. Hiçbir sorunun çözümünde olmayan, sorunları içinden çıkaramayan düzen aradan çekilmede, sizi sorunlarla baş başa bırakmada çok mahir…
Hep bizlere kalıyor her türlü sorumluluklar, maliyetler… Devlet yok ortalıkta, yetkili kurumlar yok, siz karar vereceksiniz evlerinizle ilgili kararı. Tıpkı sağlıkta, eğitimde ve diğer birçok alanda olduğu gibi başınızın çaresine siz bakacaksınız demeye getiriyorlar. Evlerle insanlar arasında nasıl bir güven ilişkisi tesis edilmesi gerekiyor ki evimize girebilelim! Diyelim ara katlarda oturan biri evinin nesine bakarak güvenecek; duvarlardaki çatlaklara mı, kolon veya kirişlere mi, içlerindeki demirleri, etriyeleri, sıklıklarını, beton kalitesini bilmiyor ki… Binanın bulunduğu arsanın zeminini bilmiyor, zemin etüdü var mı bilmiyor. Belediyenin ve yapı denetim şirketinin inşaat aşamasındaki kontrollerinin bilimsel olup olmadığını bilmiyor. Hazır beton firmalarının beton kalitesi konusundaki standartlara uydular mı bilmiyor. Demirlerin dirençli olup olmadığı nasıl bilebilir o evde oturanlar? Bu kadar çok bilinmezin olduğu yerde vatandaş evine neye dayanarak güvenecek, bir söyleseler… Geriye tek bir seçenek kalıyor; o da evi yapanların insaniyeti ya da evin olduğu bölgenin kayalık olduğuna dair konu komşunun iyimser rivayetleri, hani buralar bir zamanlar hep dutluktu…
Depremler sürüyor ülkede ve İstanbul’da. 99 Marmara depremleri ile bu 23 Nisan’daki deprem arasında tam 25 yıl geçmiş. İstenilse bu barınma sorununu kâra ve piyasaya bırakılmasa, vatandaşa destek olunsaydı ister; parsel bazında, ister mahalleler düzeyinde epey bir yol kat edilmiş olurdu. Ama böyle bir tercih müteahhit burjuvazi, onun siyasi uzantılarının ve şirket gibi devlet yönetmeyi bir marifet sayanların işine gelmezdi. En fazla 3-5 milyon liraya mal edilen bir daireyi 10-15 hatta 20-30 milyon liraya satmak varken vatandaşa bırakılır mı böylesi bir pazar.
Örnek olsun, Mecidiyeköy’deki eski Profilo AVM yerine yapılan binalardaki 3+1 daire için 40 milyon civarı bir rakam istiyorlar. Bu kadar yüksek bir ev fiyatı mı olur dersen cevapları da hazır… “Ama buranın lokasyonu, arsa olarak değeri” diyeceklerdir. Sanki devletin orman arazilerine hiç para vermeden, sıfır arsa maliyeti olan yerlere binaları dikenler çok ucuza satıyorlar! Bunlara arsaları bedelsiz versen de aynı yüksek fiyatlardan satarlar… T.C. devleti acil kamulaştırma kararlarını niye arka arkaya çıkarıyor? Hizmetinde olduğu sömürücü sınıfa arsa üretebilmek için!
1999 depremi sonrası hem doğal seyri içinde hem de artan nüfusa paralel bir çok bina ve yeni yeni siteler yapıldı. Büyük zenginler şehrin kuzeylerindeki alanlara, yeni villalara taşındılar. Yani onlar zemini sağlam, binaları iyi mühendislik hizmeti görmüş yapılarda yaşıyorlar artık. 1999 depremindeki gibi korkmuyorlar beklenen İstanbul depreminden… Deprem orta-alt gelirli semtler ile İstanbul’un tarihi semtlerini, orada yaşayan insanları ilgilendiriyor daha çok. Bu deprem riski yüksek semtlerde yaşayan insanların ölmesi kalması da devletin umurunda değil zaten. 6 Şubat depremlerinden sonra insanlar kaderlerine terk edilmedi mi? Hala konteynırlarda yaşamaya çalışmıyorlar mı? Çok mu üzülürler sanıyorsunuz Bağcılar’ın veya Beylikdüzü’nde oturanların evlerinin yıkılmasına? Fatih, Samatya, Cankurtaran, Yedikule gibi tarihi semtlerdeki yıkım onların iştahını kabartır tam tersine… Nasıl aynı gemide değilsek, aynı şiddette depreme de maruz kalmıyoruz! Büyük İstanbul Depremi olacak tezinin savunucusu ünlü deprem bilimci Celal Şengör de birkaç yıl önce Çanakkale’ye taşındı nihayetinde. Kısacası ciddi bir ayrışma yaşandı 99 depreminde sonra insanlar, siteler, semtler arasında…
23 Nisan’daki depremden sonra Naci Görür, Celal Şengör gibi deprem bilimciler yedinin üstündeki bir depremin olacağını ve stresin gitgide biriktiğini söylüyorlar. Bir de Şener Üşümezsoy’un karşı tezleri var. Yedinin üstünde deprem üretecek büyüklükte bir fayın olmadığı, olan fayın da daha önce kırıldığı yönünde. Normal bir durumda ya da bir nebze akla dayanan veya halkı düşünen bir ülkede yapılması gereken en az sekiz şiddetine dayanacak binalar, yollar, köprüler yapmaktır. Doğalgaz, elektrik, su, gibi altyapıları büyük bir depremde kopmayacak, kırılmayacak, sızdırmayacak bir şekilde döşemektir. Sağlam binalarda, modern bir şehirde yaşıyor olsak kimse depremin büyüklüğü ile ilgilenmez. Bu tip tartışmalarda kendini bir taraf tutmak zorunda hissetmez. Marmara Bölgesi’nde yaşayan milyonlarca insan Celal Şengör gibi düşünse dahi var olan koşullarından ötürü yaşadığı yeri terk edip gidemediğinden dolayı akılsız veya safsatalara kıymet veriyor değildir. Gerçi dünyaca ünlü yer bilimcimiz iş; sosyal, toplumsal, ekonomik, politik, Marksizm gibi konulara gelince hem “tembel” hem “şişmandır” herkesten ve safsatalara bizzat kendi inanmaktadır. Ama arsızlık huy olunca tartışmanın bile imkanı yoktur bu akıl veya zekanın dahi toplumsallığını anlamak istemeyen kuru kuruya bilimcilerle… Halk göçüp başka şehirlere gidemeyeceğinden, halk daha pahalı ve sağlam evlere taşınamayacağından ister istemez Üşümezsoy hocanın “Büyük bir deprem yok” tezine inanıyor gibi görünmektedir. Onun doğru olmasını temenni etmektedir. O kadar anlaşılır ve insani bir durum ki bu. Ta ki sağlam şehirler inşa edip depremi olağan bir yeryüzü hareketi seviyesine düşürene kadar bu tip salınımlar ve tartışmalar son bir umut babında sürecektir. Yerin altında faylarda nasıl stres birikiyorsa, yerin üstünde milyonlarca insanda da stres birikmeye devam edecektir.
Tarihin hiçbir döneminde, “her şey hareket halindedir ve her şey birbirine bağlıdır” ilkeleri hiç bu kadar apaçık görünür olmamıştır. Tarihin hiçbir döneminde bireysel olanla toplumsal olan hiç bu kadar iç içe geçmemiştir. İnsan türü burnunun ucunu görmek, yolunu bulmak için çok uzaklardaki yıldızlara bakması gerekiyordu. Şimdi biz de bir yerden içeri adım attığımızda yerin altındaki fayların hareketini, stresini hesaplamak zorunda kalıyoruz. Evlerimizde son derece bireysel ve özel olan şeyleri yapabilmek için toplumsal bir dolayımdan geçmemiz gerekiyor. Evlerimizde korkmadan rahatça uyuyabilmek, yemek ve içmek, banyo yaparken depreme yakalanmamak gibi şeyler için acele ederken bile sağlam, dayanışmacı, birbirimize güvenecek bir toplumsal dolayıma ihtiyaç duyuyoruz mecburen.
Yuva yapmış cümle kuşlardan, her yıl evine dönen Yaren leylek ve serçeler kadar olabilmek için, tek başına kurtuluş yolunun olmadığını görmek, her konuda, her fırsatta, hep beraber olmamız, birlikte haykırmamız gerekiyor…
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.