Egemen düzenin mekânsal düzenlemelerine itiraz olarak kent üzerinde söz hakkı talep ederek, alternatif toplumsallıklar ve kolektif pratiklerle karşı-mekanlar yaratırız. Boykot çağrısının hemen ardından İstanbul’da, Adana’da, Antalya’da, Giresun’da, Eskişehir’de, Artvin’de Espresso Halk veya Halklab adıyla kurulan kahve stantları da bu anlamda yalnızca birer protesto değil; kamusal alanın piyasa dışı ilişkilerle yeniden inşa edilmesinin, sahiplenilmesinin ve kamusal olanı yeniden tarif ederek karşı-mekanlar kurmanın yaratıcı örnekleri
“Mekânlar, toplumsal eylemlerin gerçekleştiği boş kutular değildir. Mekân, toplumsal kodlarla işlenmiş, kendine ait hafızası olan, aktif bir alandır. Toplumsal olan mekânsal, mekânsal olan toplumsaldır. Toplumda meydana gelen her şey mekânsal sonuçlar doğurduğu gibi, her mekânın toplumsal olan üzerinde kurucu bir işlevi vardır. Mekân tahakküm ve itaatin, dayanışma ve iş birliğinin aynı anda barındığı karmaşık bir ilişkiler ağıdır”
(Doren Massey, 1994, Space, Place and Gender, s. 161).
1960’lardan itibaren, Henri Lefebvre ve David Harvey gibi Marksist kent kuramcıları çalışmalarıyla, modern kapitalizmin gelişiminin mekânın yeniden üretilmesiyle nasıl güçlü bir şekilde bağlantılı olduğunu ortaya koydular. Kapitalizmin gelişimi sınıf çatışmalarıyla, mülksüzleştirme faaliyetleriyle, kentsel mekânda sürekli olarak yeniden üretilen sınıfsal ayrışmalarla iç içe geçmiştir. Mekân nötr değildir; her zaman toplumsal ilişkiler ve iktidar yapılarınca şekillendirilir. Mekânı politik yapan da budur. Sanayileşme ve modernleşmeyle “metanın genelleşmesi” toplumsal yaşamda her şeyin pazarlanabilir bir metaya dönüşmesine yol açmıştır. Kent, kullanım değerine bağlı olmaktan çıkıp “mallar arasında en üst mal mertebesine” sahip bir mübadele değerine dönüşmüştür.[1] Kent sürekli olarak kapitalist ekonominin taleplerine uygun olarak sermaye tarafından ele geçirilir, talan edilir, yeniden üretilir, şekillendirilir veya tamamen yok edilir. Harvey’in sözleriyle ifade edecek olursak, “Kentleşme, kentsel bir ortak alanın (veya onun gölge biçimleri olan kamusal alanlar ve kamu mallarının) hiç durmadan üretilmesi ve özel çıkarların buna hiç durmadan el koyması ve bunu yok etmesi sürecidir.”[2]
Türkiye’de özellikle 2000’li yılların başından itibaren kentlerin sermayenin talepleri doğrultusunda yoğun bir şekilde talan edildiğine ve yeniden şekillendirildiğine şahit oluyoruz. Yeşil alanların yok edilmesi, yoksul bölgelerin kentsel dönüşüm adı altında soylulaştırılması, kamusal alanların gasp edilerek AVM’lere dönüştürülmesi (Galataport’un çirkinliğini düşünelim hemen), tarihsel mekanların kafeler ve mağazalarla donatılması (gözünde Narmanlı Han canlanmayan bizden değildir), kentlerdeki kolektif hafızayı yansıtan hafıza mekanlarının yok edilmesi son yirmi yılın kentsel panoramasını oluşturuyor. Tüm bunlar gerçekleştirilen dönüşümün yalnızca fiziksel yapıları değil aynı zamanda halkın kültürel, sosyal ve politik kimliklerini de etkilediğine işaret ediyor. Sermaye, iktidarla el ele kenti dev bir tüketim sahnesine dönüştürürken; kentte yaşayanları yurttaş kimliğinden arındırarak yalnızca birer tüketiciye indirgemeye çalışıyor.
Son yıllarda kentlerde akıl almaz bir hızla çoğalan kahve zincirleri de kentsel kamusal alanların ticarileştirilmesinin ve kamusal alanın kolektif kullanım ve sosyalleşme işlevinin ücretli tüketim pratiklerine bağlı kılınmasının en görünür simgelerinden biri. 19 Mart’ta Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alınmasının ardından İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin polis barikatını aşarak başlattığı kitlesel protestoları, iktidar yanlısı büyük şirketlere ve zincir mağazalara karşı yapılan boykot çağrısı takip etti. Hepimizin bildiği gibi boykot çağrısının en çok öne çıkan hedefi kahve zinciri Espressolab oldu. Hakkında hiçbir habere ya da sosyal medya gönderisine rastlamamış olan biri bile 2014 yılında ilk şubesini açan bu kahve zincirinin kenti nasıl hızla sardığını gözlemleyebilirdi sanırım.[3] Mantar gibi bitmek deyiminin tam anlamıyla karşılığı olan bu kahve zincirini şehrin en işlek caddelerinde, en güzel sahil kenarlarında, tarihi binaların altında, iskelelerin üstünde ve üniversite kampüslerinin içinde görüyoruz. Markanın kentteki bu hızlı yayılımı, iktidarla kurduğu ilişki sayesinde kamusal ve tarihsel alanları gasp etmesi, üniversitelere girişi onu simgesel bir hedef haline getirdi. Espressolab boykotu, doğrudan bir şirketin hedef alınmasından öte, onun temsil ettiği kapitalist-kamusal mekân modeline karşı bir itirazdı aslında. Bu itirazın kahve zincirlerinin hem en büyük tüketici kitlesi hem de işgücü olan gençlerden gelmesi ise ayrıca anlamlı.
Şu anda ülkede en çok şubesi bulunan kahve zinciri olan Starbucks, Türkiye’deki ilk şubesini 2003 yılında Bağdat Caddesi’nde açtı. Tarihsel olarak baktığımızda zincir kahvecilerin patlamasında, küreselleşmenin etkisiyle değişen tüketim alışkanlıklarının dışında, 2000 sonrası iki temel mekânsal dinamiğin etkisinden söyleyebiliriz.[4] İlki, Türkiye’nin 2001 sonrası ekonomik genişlemesinin ticari simgelerinden biri olan alışveriş merkezlerinin (AVM) sayısında yaşanan patlama. Rakamları konuşturacak olursak: 2001 yılında ülke çapında 53 AVM varken, bu sayı 2025’e geldiğimizde 447’ye ulaşmış durumda.[5] Bu genişleme kahve ekonomisi için devasa bir fiziksel ve kültürel alan açtı; kahve zincirleri, tüm AVM’lerin olmazsa olmaz unsurları haline geldi. İkinci önemli dinamik ise 2006 sonrası yaşanan yükseköğrenim seferberliği ve üniversite patlaması oldu. Üniversite sayılarının ve öğrencilerin hızla artması, yalnızca mekânsal değil, aynı zamanda toplumsal bir dönüşümün de kapısını araladı. Bu dönüşümün gençliğin kültürü, gündelik yaşam pratikleri, sosyoekonomik konumları ve gelecek beklentileri üzerinde derin etkileri oldu. Üniversite yerleşkelerinin içinde ve çevrelerinde sayısız kahveci açıldı. Zincir kahveciler, öğrenciler için yalnızca bir kahve içme mekânı değil aynı zamanda buluşma, ders çalışma, sosyalleşme ve zaman geçirme mekanları oldu. Ama en önemlisi de üniversite öğrencileri için geçici istihdam kapısı haline geldiler. Genç işsizliğinin yapısal bir sorun haline dönüştüğü günümüzde, kahve zincirleri gençlerin düşük ücretli, güvencesiz ve geçici çalışma biçimlerinin mekânsal karşılığına dönüşmüş durumda. 2019 yılında Bursa’da kahve zincirlerinde çalışan üniversite öğrencileriyle yaptığımız görüşmelerde, katılımcıların büyük çoğunluğu bu işi geçici olarak görüyordu. Ancak bazıları, mezun olduktan sonra da başka bir iş bulamazsa burada çalışmaya devam etmek zorunda kalacağını da ekliyordu. Dolayısıyla bu mekanlar aslında gençliğin hem tüketici hem de ucuz işgücü olarak konumlandığı ikili bir rolü pekiştiriyor. Kahve zincirleri gençler için güvencesizliğin gündelik hayattaki izlerinin de mekânsal karşılığı aynı zamanda. Bu anlamda, üniversite gençlerinin Espressolab’a yönelik kolektif itirazlarını ve boykotlarını yalnızca kentsel mekânın metalaştırılmasına ya da kamusal alanların piyasa lehine dönüştürülmesine karşı değil; aynı zamanda bu mekânlarda gençlerin güvencesiz emek biçimlerine sıkıştırılmasına karşı simgesel bir itiraz olarak da okuyorum.
Espressolab’a yönelik boykot, ekonomik bir tepki olmanın ötesinde, mekânın kapitalist üretim ilişkileriyle şekillendirilen anlamını yeniden kurma ve kamusal alanın yeniden sahiplenilmesi çabasını bize gösteriyor. Lefebvre, mekânı yalnızca sınıfların, sermayenin ve devletin şekillendirdiği bir alan olarak değil, aynı zamanda karşı çıkışların, direnişlerin ve alternatif yaşam biçimlerinin de üretildiği bir alan olarak kavrar. Egemen düzenin mekânsal düzenlemelerine itiraz olarak kent üzerinde söz hakkı talep ederek, alternatif toplumsallıklar ve kolektif pratiklerle karşı-mekanlar yaratırız. Boykot çağrısının hemen ardından İstanbul’da, Adana’da, Antalya’da, Giresun’da, Eskişehir’de, Artvin’de Espresso Halk veya Halklab adıyla kurulan kahve stantları da bu anlamda yalnızca birer protesto değil; kamusal alanın piyasa dışı ilişkilerle yeniden inşa edilmesinin, sahiplenilmesinin ve kamusal olanı yeniden tarif ederek karşı-mekanlar kurmanın yaratıcı örnekleri. Ayrıca zincir kahvecinin ismini ters yüz ederek hem sembolik bir mekansal mizah örneği sunuyorlar, hem de sınıfsal bir jestle mevcut düzeni sorguluyorlar: 120 TL’ye satılan bir bardak filtre kahveye karşı burada kahve bedava! Kapitalist bir tüketim mekânı olan zincir kahveciye karşı Espresso Halk’lar dayanışma, kolektif üretim ve karşılaşma alanı olarak öne çıkıyor. Kahve de bir metadan müşterek bir deneyime dönüştürülüyor. Kentin her yerine yayılan zincir kahveciler, kamusal alanın piyasa tarafından işgali anlamına gelirken; Espresso Halk’lar bu işgale karşı kolektif bir kamusal alan üretimi anlamına geliyor. Gençler bu mekanlarda yalnızca “halka bedava kahve” değil aynı zamanda kamusal alanın toplumsal ilişkiler temelinde nasıl yeniden kurulabileceğine dair alternatif bir tahayyül sunuyorlar aslında.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin birkaç ay önce kampüsteki kafeteryanın kapatılarak yerine Espressolab açılacağını duyduklarında gösterdikleri tepkiyi de benzer bir çizgide okuyabiliriz. Öğrenciler kısa sürede kampüste “kamusal alan kalmadığını belirterek” seslerini yükselttiler ve mekânı sahiplenerek bir İşgal Kafe kurdular. Bu eylemle öğrenciler, kamusal alanda hak talep ederek mekânı dönüştürdüler, sahiplenip yeniden kamusallaştırarak kendi kolektif pratiklerini inşa ettiler.
TİP’in Ankara Kuğulu Park’ta ve ardından Gebze’de kurduğu “Boykot Kafe”ler de kamusal alanın sermayeden arındırılarak kolektif biçimde yeniden inşa edildiği, müşterek deneyimlerin filizlendiği karşı-mekân örneklerinden biri. Kamusal alan, Don Mitchell’in de vurguladığı gibi, kendiliğinden kamusal değildir; onun kamusallığı, toplumsal mücadeleler, ortak eylemler ve mekânsal müdahalelerle kurulur.[6] Bu bağlamda Boykot Kafeler, kamusal alanı kolektif katılım, direniş ve dayanışma zemininde yeniden kurma iradesini ve pratiğini yansıtıyor.
Tüm bu örnekler, Lefebvre’in kent hakkı kavramını gündelik hayat içinde nasıl somutlaştığını gösteriyor bize. Kent hakkı, yalnızca kentte yaşama veya hizmetlere erişme hakkı değil; aynı zamanda mekânı dönüştürme, onu yeniden tanımlama ve kolektif olarak yeniden kurma hakkıdır.[7] Kent hakkı, aktif bir katılımı ve müdahaleyi içerir. Yalnızca büyük ölçekli şehir planlamalarıyla değil; sokakta, parkta, kampüste, bir fincan kahve etrafında kurulan ilişkilerle, müdahalelerle de inşa edilir. Zincir kahvecilere karşı kurulan Espresso Halk stantları, Boğaziçi’nde kurulan İşgal Kafe ya da TİP’in Boykot Kafeleri bu anlamda yalnızca piyasa mantığının dışında kalan alternatif mekanlar değil aynı zamanda müşterek deneyimlerin ve dayanışmanın filizlendiği karşı mekanlar olarak kent hakkının pratik zeminde nasıl talep edildiğini ve kurulduğunu gösteren örnekler.
Tüketici olarak değil, hak sahibi özneler olarak konuşan; kapitalist kentin onları hapsetmeye çalıştığı edilgen konumdan çıkarak kamusal alanı talep eden, sahiplenen ve dönüştüren, başka bir deyişle kent hakkını somut bir hak pratiğine dönüştüren bir gençlik var karşımızda. Bu boykotu sadece “Neyi tüketmiyoruz?” sorusu üzerinden değil; “Nasıl bir kent, nasıl bir kamusal alan, nasıl bir dünya istiyoruz?” sorusu üzerinden şekillendiriyorlar. Bu anlamda Espressolab’a yönelik boykotu ve sonrasında inşa edilen karşı-mekanları yalnızca mekânın dönüşümüne yönelik bir itiraz değil aynı zamanda alternatif bir kentsel kamusal alan tahayyülünün mekânsal provası olarak da görebiliriz.
Harvey’e selamla bitirelim: “Mütemadi birikime dayalı kapitalist sistem, onunla bağlantılı olan sömürenler sınıfı ve devlet iktidarı yapılarıyla birlikte tasfiye edilmelidir. Şehir hakkını talep etmek bu amaca giden yolda bir uğraktır.”[8]
[1] Lefebvre, H. (2018). Şehir hakkı (3. basım). Sel Yayıncılık, s. 132.
[2] Harvey, D. (2013). Asi şehirler: Şehir hakkından kentsel devrime doğru (1. basım). Metis Yayınları, s. 133.
[3] Üsküdar’da yaşayan biri olarak, yaptığım yürüyüşlerde çok kısa bir süre içinde önce Uncular Sokağı’na ardından o güzelim tarihi Kuzguncuk’un göbeğine, sahilin tam karşısına Espressolab açıldığını görmüş ve rahatsız olmuştum. Benim boykotum çok daha önce başlamıştı zaten.
[4] 2020’de yayımlanan makalemizde bu konuya değinmiştik: Dinçer, E. M., & Özçelik, A. (2020). Chasing coffee: A new research agenda in Turkey. Society, 57(4), 485-494. https://doi.org/10.1007/s12115-020-00486-3
[5] Mallreport. (2025, Ocak 6). Türkiye’nin AVM haritası: 2025’te hangi şehirde kaç AVM var? https://mallreport.com.tr/2025/01/06/turkiyenin-avm-haritasi-2025-
[6] Mitchell, D. (2020). Kent hakkı: Sosyal adalet ve kamusal alan mücadelesi (1. basım). Ayrıntı Yayınları.
[7] Lefebvre, H. (2018). Şehir hakkı (3. basım). Sel Yayıncılık.
[8] Harvey, D. (2013). Asi şehirler: Şehir hakkından kentsel devrime doğru (1. basım). Metis Yayınları, s. 39.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.