“Maoizm mi, Troçkizm mi?” sorusu soyut bir fraksiyon kavgasıyla ilgili değildir; devrim yapabilmek için gerekli olan somut koşullara ve teorik temellere dair bir sorudur. Dahası, bu soru, Peru’daki önemli ama nihayetinde başarısız olan halk savaşından bu yana devrim yapmaya ve bunun ne anlama geldiğini anlamaya çalışan bir komünizm geleneğinden doğmuştur
“Maoizm mi, Troçkizm mi?” sorusunun, 21. yüzyılın üzerinden iki on yılı aşkın bir süre geçmişken, bugün hala sorulması biraz abes görünebilir; zira böylesi bir ideolojik tartışma, ilk bakışta, reel sosyalizmin çöküşünden önceki mücadele dönemine aitmiş gibi görünüyor. Nihayetinde, 1960’lar ve 1970’lerde “anti-revizyonist” Marksizm-Leninizm’in son çırpınışları, Troçkizm karşıtı polemiklerin yanı sıra Troçkist örgütlerin karşı polemikleriyle de belirlenmişti. Sayısız broşür ve kitap ya “Leninizm mi, Troçkizm mi?” sorusunu sorduruyor ya da Troçkizm’in [bir tür] Leninizm olduğunu ve onun dışındaki her şeyin ise basitçe bir tür “Stalinizm” varyantından ibaret olduğunu kanıtlamaya çabalıyordu. Hem Troçkizm ile hem de Sovyetler Birliği’nin revizyonizmiyle ideolojik mücadele yürütmeye çalışan komünist örgütler ise, çoğu zaman kendilerini “Sovyet yolu” yerine sözde “Çin yolu”yla özdeşleştirdikleri için “Maoist” kisvesine bürünmüşlerdi.
Şimdilerde ise, Sovyetler Birliği’nin çoktan çökmüş olduğu ve Çin’in de bizzat revizyonist yola girdiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönem ki, emperyalizmin Soğuk Savaş evresinde dünya devriminin merkezi olarak Çin’e umut bağlayan anti-revizyonist Marksizm-Leninizm’in sonunu getirdi. Kaldı ki, ikinci dünya-tarihsel sosyalist devriminin başarı ve başarısızlıklarını sistematize edemediği için zaten başarısızlığa mahkûmdu. Kapitalizmin zaferini ilan ettiği, “tarihin sonu”nu kendine mal ettiği ve sayısız komünist hareketin çözülüp dağıldığı bir dönemdeyiz. Ve yine, Marksizm-Leninizm’i ve proletarya diktatörlüğünü tesis etmeye yönelik örgütlü bir “öncülük partisi” anlayışına dayanan komünizmin hemen her biçimini açıkça reddeden anarşizm, post-modernizm ve sol-komünist hareketlerin yükselişine de tanıklık ettiğimiz bir dönemin içinden geçiyoruz elbette.
Ancak tüm bunlara rağmen, Troçkizm ve Maoizm’in hâlâ varlıklarını sürdürdükleri, hatta geliştikleri, her ikisinin de 1980’lerde öldüğü varsayılan Marksizm-Leninizm geleneğini otantik biçimde temsil ettikleri ve hatta aştıkları iddia edilen bir dönemdeyiz de aynı zamanda. Ve yine bu, Leninist olmayan sol akımların kendi ideolojilerinde en başından beri mevcut olan çıkmaza doğru ilerlediği, bunun sonucunda hayal kırıklığına uğrayanların yeniden komünist geleneğe -kapitalizmin komünizm üzerindeki zaferini ilan ettiğinde gömüldüğü sanılan o geleneğe -ilgi duymaya başladığı bir dönem de demek.
Üstelik Troçkizm hiçbir zaman tamamen ortadan kaybolmadı ve fraksiyonel bölünmelere ve eleştirel açılımlara rağmen, -kendilerini açıkça “Troçkist” olarak tanımlamasalar dahi Kuzey Amerika ve Britanya’da yaşayan Marksist aydınlar başta olmak üzere, kapitalizmin merkezlerinde tutarlı bir biçimde etkisini sürdürdü. Burada, Hal Draper ya da Raya Dunayevskaya’nın etkisi altında olan ve pratikte daha çok anarşistleri anımsatan, fakat tarihe ve teorinin belirli kilit anlarına dair yaklaşımlarında Troçkizm’e bir ölçüde sadakatini sürdüren “post-Troçkist” gruplardan bahsetmek mümkün. Ayrıca, her ne kadar siyasal eyleme dair yaklaşımları cansız ve durağan görünse de, Uluslararası Marksist Eğilim gibi gruplar artık devrimci odaktan yoksun olduğunu açıkça ortaya koyan postmodern “hareketçilik”ten yılmış genç solcuları çekmeye devam ediyor. Bu bağlamda Troçkizm, emperyalizmin merkezlerindeki akademide bir ölçüde başarılı bir ideolojik mücadele yürütmeyi ve böylece aydınların Marksizm söylemi üzerinde kayda değer bir denetim kurabilmeyi başardı.
Ancak aynı zamanda, Maoizm’in kelimenin gerçek anlamıyla “Maoizm” olarak ortaya çıkışı, kapitalizmin komünizmi ölmüş ilan ettiği 1980’lerin sonu ile 1990’ların başına tesadüf eder: Önce Peru Komünist Partisi (PCP) tarafından yürütülen halk savaşıyla, ardından da 1993 tarihli “Yaşasın Marksizm-Leninizm-Maoizm!” başlıklı bildirisiyle Devrimci Enternasyonalist Hareket’in (RIM) ortaya çıkışıyla. Çin Devrimi deneyimi -başarıları ve başarısızlıklarıyla- bu bağlamda sistematik biçimde incelenmiş ve “Maoizm”, devrimci bilimin üçüncü aşaması olarak ilan edilmiştir. Böylelikle, ilk kez “Maoizm” yalnızca Stalin’in düşüncesinin yerini alan bir “düşünce” olmaktan ziyade, gerçek bir ideoloji olarak kuramsallaştırılmıştır; PCP ve RIM, “Mao Zedung düşüncesi” olarak değil, doğrudan “Maoizm” olarak savundukları bu ideolojinin, bilimsel komünizmin kuramsal bir gelişimi olduğunu, Marksizm-Leninizm ile hem süreklilik hem de kopuş barındırdığını, çünkü evrensel olarak geçerli ilkelere sahip olduğunu ileri sürdüler. Tam da bu nedenle RIM, Maoizm’in Marksizm ve Leninizm’in en güncel ve en kapsayıcı biçimi olduğunu ve artık Marksizm-Leninizm’in tek başına yeterli olmadığını savunacaktı.
Maoizm’in doğuşu, Mao’nun “fırtına merkezleri”, Lenin’in ise “zayıf halkalar” dediği küresel kapitalizmin çeperlerinde (Nepal, Hindistan, Afganistan vb.) devrimci gelişmelerin ve halk savaşlarının patlamasına işaret ediyordu. Troçkizm ise buralarda genellikle “yabancı bir ideoloji” olarak görülmekteydi. Ancak Troçkizm’in tarihsel olarak -onurlu istisnalar dışında- “üçüncü dünya” olarak adlandırılan bölgelerde yabancı bir ideoloji muamelesi görmüş olması, onun teorik olarak iflas etmiş olduğu anlamı taşımaz. Sahiden de, bir teorinin belirli bölgelerde ilerleme kaydedemediğine işaret etmek, onu “tarihin çöplüğü”ne atmak için yeterli değildir. Benzer şekilde, bazıları oldukça gerici olan çeşitli kültürel milliyetçiliklerin Maoizm’i gölgede bırakmış olması, onları tam anlamıyla anti-kapitalist ve antiemperyalist yapmayacağı gibi; kapitalizmin merkezlerindeki Marksistler arasında Maoizm’in ideolojik hegemonya kuramaması, bazılarının (hatta kendilerini “Maoist” sananların dahi!) iddia ettiği gibi, Maoizm’in sadece üçüncü dünya devrimleri için geçerli olduğu anlamına gelmemelidir.
Dahası “Maoizm mi, Troçkizm mi?” sorusu bazen olduğu gibi, anti-revizyonistlerin ya da sekter ortodoks Stalinistlerin sorduğu eski bir soru olan “Leninizm mi, Troçkizm mi?” sorusuyla karıştırılmamalıdır. Nitekim bu eski soru Troçki’nin Sovyetler Birliği’nden kovulmasına ilişkin Stalinist anlatıya sadık kalınarak, Troçki’nin başlıca bir anti-Leninist, bir “yıkıcı” ve hatta muhtemelen emperyalist gericilere hizmet eden bir ajan olduğu varsayımıyla başladığı için, genellikle art niyet barındırıyordu. Troçkistlerin bu polemik soruya verdiği standart yanıt ise kendilerini Lenin’in çizgisine yerleştirmek ve her zaman kelimesi kelimesine bu terimi kullanmasalar da kendilerini Marksist-Leninist-Troçkist olarak tanımlamaktı. Troçkistlerin “Leninizm”i doğru biçimde teorize edip etmedikleri önemli bir mesele olabilir, fakat Troçkizm’in Marksizm-Leninizm’in açık düşmanı olduğu iddiası çoğu zaman retorik bir duruş ve kelime oyunuydu: Leninizm’i teorize eden Stalin ve Troçkizm anti-Stalinist olduğuna göre aynı zamanda anti-Leninist de olmalıydı.
Dolayısıyla bir Maoist olarak “Maoizm mi, Troçkizm mi?” sorusunu sormak, Troçkizm’i rakip bir ideolojik akım olarak araştırmak ve bu araştırmayı “Maoist” terimine bir tür dini bağlılıkla “mezhepçi” argümanlar üretmek için değil, devrim yapmak istiyorsak neden Maoizm’in Troçkizm yerine gerekli bir teorik odak noktası olduğuna işaret etmek içindir. Gerçekten de, eğer Troçkizm böylesi bir odak olduğunu gösterebilseydi -dünyanın dört bir yanında Bolşevik tarzı ayaklanmaları tetikliyor ve bu ayaklanmalar başarısızlığa uğrasalar bile kapitalizme karşı ciddi bir komünist meydan okuma olsaydı şayet- ancak o zaman Maoizm’in geçerliliğini sorgulamamız gerekirdi. Her şey olasılık dahilinde olduğuna göre, eğer gelecekte gerçekleşirse, hepimiz Troçkist olmalı ve bunun devrime giden doğru yol olduğunu kabul etmeliyiz- ama belki de “hareketçi” postmodern yaklaşımlar ipi göğüsler ya da belki kapitalizm gerçekten de “tarihin sonu”dur; bu yüzden tüm bu çoklu olasılıklar, devrimci bir bilim olmaktan bugüne dek aciz kalmış bir teorik gelenekle ideolojik yüzleşmeyi engellemek için yeterli değil. Zira eğer tarihten öğreniyorsak ve komünistsek, o halde tarihi bilimsel biçimde anlamanın tek yolunun, tarihin motoru olan sınıf devriminden çıkarılan dersleri teorik olarak sistematize etmek olduğunu da kabul etmeliyiz. Ve ideolojiler tarihsel olarak dolayımlandıklarından onların sınıf devrimiyle bağlantılı biçimde uygulanabilir olup olmadıklarını da sorgulamamız gerekir.
Bir de tabii, geçmişin anti-revizyonist Marksist-Leninizmlerini karakterize eden eski Troçkizm karşıtı klişelere sığınmamız da artık pek mümkün değil. O dönemlerde, Troçkistleri “revizyonist” -hatta daha kötüsü, “sosyal faşist” ya da “sabotajcı” olarak damgalamak ve sonra onları görmezden gelmeye çalışmak yeterliydi. Ta ki daha ortodoks olan taraftarları, organize etmedikleri bir etkinliğe gelip herkesi sahte komünist olmakla suçlayana dek. Evet, size “sahte komünist” diyen birine aynı şekilde karşılık vermek ilk etapta cazip olabilir ama bu sadece bir çamur atma döngüsüdür. Bu nedenle, Troçkizm’in basitçe “revizyonizm” olmadığını, Troçki’nin, Grover Furr gibi bazı akademisyenlerin öne sürdüğü gibi, “anti-komünist bir dönek” olmadığını, ya da Troçkistlerin, komünizmi baltalamaya çalışan sabotajcılar olmadıklarını kabul etmek önemlidir. Daha da önemlisi, Troçki’nin Rus Devrimi sırasında önemli bir devrimci olduğunu ve bazı Troçkist kuramcıların Marksist teorik külliyata önemli katkılarda bulunduğunu da kabul etmemiz gerekir. Kim ne derse desin, Troçkist entelektüellerin emperyalist akademik sahada nispeten başarılı bir ideolojik mücadele yürütmüş olmaları takdire şayandır: Marx ve Marksizm’in hâlâ geçerli birer akademik uğraş olarak kalmasında bu çabaların payı kuşkusuz yadsınamaz.
Her halükârda, Nepal’deki halk savaşının çöküşü, Maoistlerin de revizyonist olabileceğini kanıtlıyor. RIM içinde yozlaşmış ABD Devrimci Komünist Partisi’nin [ayrıca RCP, The Revcoms veya Revcom olarak da bilinir] tutumu, Maoistlerin de “sabotajcı” olabileceğini gösteriyor. Bunlar, her Marksist gelenekteki komünistlere yöneltilebilecek suçlamalardır; yani sadece Troçkizm’e atfedilebilecek bir “ilk günah” değildir. “Maoizm mi, Troçkizm mi?” sorusunu doğru bir şekilde sormak istiyorsak, bu retorik bataklıktan çıkmamız gerekiyor belki de öncelikle.
Ayrıca “Maoizm mi, Troçkizm mi?” sorusunu Maoistler olarak dürüstçe sormamız gerekir; bu soruyu tümüyle görmezden gelip kendi işimize bakamayız. Çünkü Troçkistler de aynı soruyu soruyor. Marksizm-Leninizm-Maoizm’in doğuşundan ve emperyalizmin fırtına merkezlerinde serpilmiş halk savaşlarından bu yana -ve kapitalizmin merkezlerindeki önemli örgütlerin bu tutarlı Maoizm formuna bazen yavaş, bazen hızlı biçimde yönelmeye başladığından beri-Troçkist gelenekten etkilenen ideologlar ve entelektüeller Maoizm ile teorik düzeyde hesaplaşmalara girdiler.
Genel hatlarıyla, bu teorik hesaplaşmalar oldukça zayıf kaldı. Loren Goldner’in Maoizm’e Eleştirel Notlar’ı [Notes Towards a Critique of Maoism] Troçkizm’e ülfeti olan komünist geleneğin Maoizm’e dönük polemik çabalarının yakın dönemli örneklerinden biridir. Yine Jairus Banaji’nin Hindistan Maoizm’i eleştirileri ya da Chris Cutrone’un Maoizm’i tümden reddedişi de diğer çarpıcı örneklerden. Bu eleştirilerin ekseriyeti genellikle Troçki’yi Mao’nun önüne koyar, Maoizm’i “Stalinizm” olarak aşağılar ve aslında Spartakist Birliği veya Uluslararası Bolşevik Eğilim gibi en ortodoks Troçkist grupların Maoizm anlayışıyla aynı çizgide seyreder: Maoizm, onların nazarında, olsa olsa “kızıl bayraklarla bezeli bir burjuva devrimidir”, çünkü Mao’nun “yeni demokrasi” [ya da “yeni demokratik devrim”] teorisi, (ki her Troçkist, RIM bildirisini ya da Marksizm-Leninizm-Maoizm’in herhangi bir kuramsal yazınını hiç okumadığı için, bunu Maoizm’in temel tanımı sanır) oldukça hatalı biçimde “sınıf işbirliği” olarak yorumlanır. Bu eleştirilerin hiçbirinde, Maoizm’in nihai olarak devrimci bir teoriye 1993’te kavuştuğu ve 1960’lar ile 70’lerin “Maoizmleri” ile yapılmaya çalışılan hesaplaşmaların konu dışı olduğu gerçeği kabul edilmez.
Bu son derece hatalı teorik müdahaleler ya da hesaplaşma girişimleri, “Maoizm mi, Troçkizm mi?” sorusunun Maoist bir perspektiften sormanın gerekliliğini ortaya koyar. Bir yandan, bazı Troçkistlerin ve/veya post-Troçkistlerin Maoizm’i ciddiye aldığını gösterir (ki zaten şu anda kitleleri emperyalizmin fırtına merkezlerinde başarıyla harekete geçiren yegâne komünizm varyantının Maoizm olduğunu inkâr edemezler); öte yandan, ortodoks Troçkistler arasında (ki tüm ortodoks komünistlerde olduğu gibi, kendi komünizmleri dışında bir komünizmin seçilmesi karşısında öfkeye kapılırlar) ve yine, ortodoks olmayan Troçkistler ya da post-Troçkistlerde de -ilk bakışta “doğru” komünizm olarak benimsedikleri anlayışa benzemeyen başka tür bir komünizmle karşı karşıya kaldıklarında- bir panik durumunu açığa çıkarır.
Ne var ki en önemlisi, Maoizm ile yürütülen bu teorik tartışmalar, ideolojik bir çizgi mücadelesinin ortaya çıktığını göstermektedir. Bu mücadelede, Troçkizm’den şu ya da bu ölçüde etkilenmiş bir komünizm anlayışına bağlı olanlar, komünizme yönelen bu insanların “ideolojik bir hata” yapmalarını engellemeye çalışırlar. Genç komünistlerin Maoizm’in cazibesinden uzak durmalarını, daha saygın bir Marksist geleneğe bağlanmalarını isterler; zira kendi geleneklerinin komünizmi gerçekleştirme kapasitesine sahip yegâne gelenek olduğuna yürekten inanırlar. Biz Maoistler de benzer bir inanca sahip olduğumuz için, bu tutumun takdire şayan olduğunu kabul etmeliyiz. Ancak sorun şu ki, biz de komünizme giden yegâne yolun bizim çizgimiz olduğunu düşünüyoruz.
Buradaki asıl mesele, Troçkizm’in ve ondan esinlenen komünizm anlayışının basitçe “revizyonizm” diye nitelendirilerek bir kenara atılamayacağı, bunun yerine “teorik bir açmaz” olarak anlaşılması gerektiğidir. Nihayetinde tarih, sayısız engebeli ve sarp yolla doludur; biz de Troçkizm’in devrimci bir yol geliştirme kapasitesinden aciz, teorik bir anakronizm olduğunu öne sürüyoruz. Troçkizm, devrimci bir harekete ideolojik ve pratik birliği kazandıracak teorik araçlardan yoksundur. Bu bağlamda yürüttüğümüz tartışmada Troçkizm’in bu acziyetini şu üç başlık altında ortaya koyacağız: a) Troçkizm’i tanımlayan bir teori olan “sürekli devrim” anlayışı; b) “Stalinizm”e ve reel sosyalizmin başarısızlığına yönelik eleştirileri; c) fiilen devrim yapma noktasına gelindiğinde, bir çıkmazdan öteye gidememesi.
Eğer Troçkizm tek bir temel kurama indirgenecekse, bu “sürekli devrim” kuramıdır. En iyi örneği Sürekli Devrim (1931) adlı eserde yer alsa da bu kuramın embriyonik haline Sonuçlar ve Olasılıklar (1906) gibi daha erken tarihli metinlerde de rastlanır. Troçkizm’in Maoizm ile kuramsal ilişkisini belirleyen de bu teoridir; hatta Troçkizm’in Maoizm’i neden yanlış anlamayı seçtiğini dahi bu kuram açıklar. Tüm Troçkist örgütler, bu teoriye bağlılıklarını ilan ederler; ne anlama geldiği konusunda uzun tartışmalar yapsalar veya kuramsal çerçevesini güncellemeye çalışsalar bile (örneğin, Sosyalist İşçi Partisi’nden Tony Cliff bu yönde bir girişimde bulunduğu için ortodoks Troçkistler tarafından “revizyonist” olarak damgalanmıştır) yine de bu kuram onların kuramsal dayanak noktasıdır.
Hakkın teslim etmek gerekirse, sürekli devrim aslında Troçki’nin doğru bir soru sormasının neticesidir: Burjuva devrimi yaşamamış bir ülkede devrim nasıl sürdürülür ve ileri taşınır? Burjuva devriminin yarattığı siyasal bağlamdan ve üretici güçlerden yoksun çevre ülkelerde sosyalizm nasıl inşa edilir? Troçki’nin bu soruyu sormasının nedeni, Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesinin hemen ardından Rusya’nın sosyalizm için gerekli unsurlara sahip olmamasıydı: Kapitalizmin “mezar kazıcıları” olması gereken işçi sınıfından sayıca üstün ve kendi içinde tabakalaşmış köylü kitlelerinin varlığı; sosyalizmin temellerini atacak ve işçi sınıfını hakim kılacak üretici güçlerin yokluğu (ki bu durum Lenin ve Bolşevik liderliğin sayısız ekonomik plan yapmasına yol açmıştı); ve belki de en önemlisi, sürekli devrim teorisinin temelini oluşturacak olan, ekonomik açıdan daha gelişmiş kapitalist ülkelerin saldırıları altında kalmamak için gerekli altyapının eksikliği. Ayrıca, Rus Devrimi’nin önemli bir aktörü olarak Troçki, dönemin güçlü revizyonist Marksist akımlarının aksine, doğru bir biçimde, Rusya gibi azgelişmiş ülkelerdeki devrimcilerin, bu ülkelerde önce örgütlü bir burjuva sınıfının ortaya çıkmasını beklememeleri gerektiğini savunmak istemiştir.
Troçki, Marx ve Engels’ten ödünç aldığı “sürekli devrim” terminolojisiyle Rusya’daki devrimin karşılaştığı sorunları anlamlandırmaya çalışmış ve görüşlerini şu biçimde özetlemiştir:
Sürekli devrim perspektifi şu şekilde özetlenebilir: Rusya’da demokratik devrimin tam zaferi, ancak köylülüğe dayanan proletarya diktatörlüğü biçiminde mümkündür. Proletarya diktatörlüğü, kaçınılmaz olarak yalnızca demokratik değil sosyalist görevleri de gündeme getireceğinden, pek tabii uluslararası sosyalist devrime güçlü bir ivme kazandıracaktır. Sadece Batı’daki proletaryanın zaferi, Rusya’yı burjuva restorasyonundan koruyabilir ve sosyalizmin inşasının tamamlanmasına olanak sağlayabilir.
Buraya kadar pek de büyük bir sorun yok: Bazı Troçkistler, Maoistlerin bu ifadenin çoğuna katıldığını öğrendiklerinde şaşırabilirler. Ayrıldığımız nokta, Troçki’nin sürekli devrim perspektifini tam olarak nasıl teorize ettiğidir. Ayrım, biraz da bu özetin son cümlesinde yatıyor. Sosyalist zaferin nihai sorumluluğu, dünya kapitalizminin merkezlerindeki proletaryaya (Troçki’nin döneminde bu, “Rusya’nın batısı” yani başta Britanya ve Almanya olmak üzere Orta Avrupa idi) verilmiştir. Bu konuya daha sonra döneceğiz.
Bir de tabii Troçki’nin çevre ülkelerdeki devrim stratejisinin temel unsuru, Maoist anlayıştan ayrılan çok özel bir köylülük analizine dayanır. Yukarıda belirtildiği gibi, Troçki proletarya diktatörlüğünün köylülüğe dayanması gerektiğini savunur, ancak bunu söylerken kastettiği şey, çevre ülkelerdeki köylülüğün devrimci bir sınıf olabileceği değil, daha gelişmiş ancak azınlıkta olan proletarya sınıfının disiplinine tabi kılınması gerektiğidir. Nitekim Sürekli Devrim eserinde Troçki, Lenin’i “köylülüğün bağımsız rolünü abartmakla” suçlar ve Lenin’in de kendisini “köylülüğün devrimci rolünü hafife almakla” suçladığını belirtir. Dolayısıyla, köylülüğün devrimci bir bilince sahip olmadığını, aslında karşı-devrimci olacağını (Marx’ın Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’inde Fransız köylülüğüne dair analizini takiben) ve proletaryanın diktatörlüğü pekiştirme sürecinde köylülükle “çatışmaya” gireceğini öne sürmektedir.
Troçki’nin “proletarya diktatörlüğünün köylülüğe dayanması gerektiği” yönündeki iddiası, aslında retorik bir nitelik taşır; zira Troçki, yarı-feodal bir bağlamda ortaya çıkan devrimde köylülüğün rolü konusunda tereddütlüdür. Bir yandan, önce burjuva devriminin gerçekleşmesi gerektiğini savunan revizyonist Marksizmlerin içerdiği kaba “aşamacılıktan” (ki Troçkistler daha sonra bu anlayışa karşı her türden devrim kuramını “aşamacı” olmakla itham edeceklerdir) öteye geçmek ister. Diğer yandan ise, Marx’ın dogmatik yorumlarına sıkı sıkıya bağlı kalarak, proletaryanın Batı Avrupa’daki proletarya gibi, köylülüğün ise nihayetinde her zaman 18 Brumaire’deki Fransız köylülüğü gibi olması gerektiğini düşündüğü pozitivist sınıf kategorilerine hapsolur. Burada, tarihsel materyalizmin dogmatik uygulamalarından kopma arzusu ile “saf Marksizm”in güvenli alanına sıkıca tutunma eğilimi arasında açık bir gerilim vardır.
Sonuç olarak, Troçki’nin Marksist ortodoksiye bağlılığı, Marksist yaratıcılık arzusunu bastırmış, Marksizm’in biçimi onun metodolojik özünü ezmiştir. Başka bir deyişle, Troçki, Marksizm’in evrenselliğini belirli bir toplumsal bağlamda somutlamakta yetersiz kalmıştır: Yarı-feodal ülkelerde köylülüğün önemini kavramış olsa da onları nihai kertede karşı-devrimci bir güç olarak gördüğü için, bu ülkelerdeki gelişmekte olan işçi sınıfının devrimi “sürekli kılması” ve muhtemel ki gerici refleksler verecek olan köylülüğü disipline etmesi gerektiğine inanmıştı.
Toparlayacak olursak, Troçki, köylülüğün proletarya önderliğinde gerçekleşecek demokratik devrimi destekleyeceğini, ancak feodal bilinçleri nedeniyle bu devrim sosyalist bir nitelik kazandığında desteği geri çekeceklerini düşünüyordu. Bu yüzden de Sürekli Devrim’de, köylülük ile sanayi proletaryası arasında bir “iç savaş” olasılığından bahsetmiş, bu savaşın ancak küresel kapitalizmin daha gelişmiş bölgelerindeki işçi sınıfının önderlik edeceği enternasyonal bir devrimle önlenebileceğini savunmuştur. Burada yine, burjuva restorasyonunu engellemek için gerekli mekanizma olarak “Batı’daki proletaryanın zaferi” vurgusu karşımıza çıkmaktadır.
Ancak teorinin bu uluslararası boyutuna girmeden önce, Troçki’nin köylülük hakkındaki görüşlerinin, Maoizm’in doğuşuna zemin hazırlayan yarı-feodal bağlamda (Çin Devrimi’nde) nasıl şekillendiğine bakalım. 1925’te, Çin Komünist Partisi’nin (ÇKP) ilk dönemindeki Troçkist eğilim (Chen Duxiu tarafından temsil edilen), Mao’nun “partinin devrimci eylemlere girişmiş köylülük içinde kök salması gerektiği” tezine karşı çıkmıştır. Chen, Troçki’nin çizgisini izleyerek, köylülüğün sosyalizm mücadelesinde son kertede gerici bir güç olacağını düşündüğü için, partinin köylülük içinde örgütlenmesine karşı çıkmış; bunun yerine Kuomintang saflarında kalıp işçi sınıfını kazanmaya çalışmayı savunmuştur. İlginçtir ki, Stalin’in ÇKP’deki temsilcisi Li Lisan da aynı pratiği savunmuş, ancak farklı gerekçelerle (Kuomintang’ın burjuva devrimci bir güç olduğu yanılgısına dayanarak) hareket etmiştir. Neticede hem Troçkist hem de Stalinist çizgiler aynı çıkmaz yola girmişlerdir: Mao, ÇKP’nin bu yapılanmasından ayrılıp partiyi devrimci köylülük içinde yeniden inşa ederken, Chen ve Li’nin siyasal çizgilerine bağlı kalanlar 1927’de Çan Kay Şek önderliğindeki Kuomintang tarafından tasfiye edilmiştir.
Dahası, gelişmiş emperyalist merkezlerin dışındaki devrimler hakkında ortodoks bir Troçkist ile yapılacak herhangi bir tartışma, sürekli devrim teorisine neredeyse dinsel bir bağlılığın köylülük anlayışına nasıl yansıdığını ortaya koyar. Size köylülüğün ya gerici ya da “küçük-burjuva” bilincine sahip olduğunu, zira feodalizme gömülü olduklarını ve kendilerini bu köylülüğe dayandıran herhangi bir devrimin (kaybedecek bir şeyi olmayan en kalabalık sınıf olsalar dahi) gerçek anlamda “Marksist” olmadığını söyleyeceklerdir. İddia edilen odur ki, ancak sanayi proletaryası devrimin belkemiği olabilir; şayet bu sınıf mevcut değilse (ve emperyalist tahakküm koşulları altında azgelişmiş kalmış kapitalist oluşumlarda devrimci bir sınıf olarak var olamıyorsa), o halde yapılacak tek şey “devrimi sürekli kılmak” ve kapitalizmin merkezlerindeki daha gelişmiş işçi sınıfının dünya devrimine önderlik etmesini beklemektir.
Bunun arkasındaki temel saik, Troçki’nin -kısmen Lenin ile de kesişen biçimde- devrimci hareketlerin küresel emperyalizmin en zayıf halkalarında ortaya çıkabileceğini kabul etmesine rağmen, kapitalizmin merkezlerinin bu çevre devrimlerini bastıracak iktisadi güce sahip olduğu gerçeğini teslim etmesidir. Ne yazıktır ki, merkez ile çevre arasındaki diyalektiği kavramaya çalışmak yerine, devrimci sorumluluğu küresel kapitalizmin merkezlerindeki proletaryanın omuzlarına yüklemiştir. Sonuçta, bu “gerçek” bir proletaryadır ve “gerçek” bir proleter bilinç taşımalıdır. Sonuçlar ve Olasılıklar’da şöyle yazar:
Avrupa proletaryasının doğrudan devlet desteği olmadan, Rusya’da işçi sınıfı iktidarda kalamaz ve geçici egemenliğini kalıcı bir sosyalist diktatörlüğe dönüştüremez. Bundan en ufak bir şüphe dahi duyulmamalıdır. Fakat diğer yandan, Batı’daki bir sosyalist devrim, işçi sınıfının geçici egemenliğini doğrudan sosyalist diktatörlüğe çevirmemizi sağlayacaktır.
Nitekim Troçki, Kautsky’nin şu iddiasına da katılarak aktarır:
Toplum bir bütün olarak gelişim aşamalarını yapay olarak atlayamaz, ancak toplumun bileşenleri, daha ileri ülkeleri taklit ederek gecikmiş gelişimlerini hızlandırabilir ve bu sayede gelişimin ön saflarına yerleşebilirler.
Görüldüğü gibi, Troçki’nin “aşamacılığı” reddettiği yönündeki iddiası bu noktada boşa düşmektedir: Çevrede sosyalist devrimlerin mümkün olmasından ziyade, en fazla “yapay” sosyalist kurumların oluşabileceğini, bu kurumların da ancak daha gelişmiş ülkeleri tetikleyerek gerçek bir sosyalizmin önünü açabileceğini kabul eder. Haliyle insan merak ediyor: Bir sosyalizmi “yapay”, diğerini ise “gerçek” kılan nedir? Lenin’e göre sosyalizm, burjuvazinin proletarya diktatörlüğü altına alındığı bir geçiş sürecidir ve tıpkı kapitalizmin ortaya çıkışından önce aristokrasinin burjuva diktatörlüğü altına alınmaya çalışıldığı ticari kapitalizm [merkantilizm] dönemi gibi heterojen bir nitelik taşır. Troçkistlerin sosyalizm anlayışını birazdan ele alacağız.
Troçki’nin “eşitsiz ve bileşik gelişim” teorisi, sürekli devrim teorisinin uluslararası anlamını kavramada temel önemdedir. Bu teori, kapitalizmin bileşik ve eşitsiz bir şekilde gelişen küresel bir üretim tarzı olduğunu ima eder. Oysa Maoist geleneğin savunucuları, kapitalizmin merkezlerinde kapitalist üretim tarzlarının hâkim olduğu, emperyalizm yoluyla küresel kapitalizmi dayattığı/denetlediği ve çevredeki kapitalist toplumsal oluşumların içsel olarak halen kapitalizm öncesi üretim tarzlarıyla tanımlandığı bir dünya sistemi analizini savunur.
Şayet dünya tek bir üretim tarzıysa, o hâlde nihai kertede, emperyalizmin merkezlerinde bulunan ve üretimin asıl yükünü taşıyan sanayi proletaryası gibi “doğru uluslararası üretim noktasında” bulunanlar tarafından belirlenen tek bir dünya sosyalist devriminden bahsetmek tutarlı olacaktır. Çünkü eğer kapitalizm küresel bir üretim tarzıysa, üretimin merkezi de küresel bir nitelik taşımalıdır; bu durumda çeşitli toplumsal bağlamlarda farklı işçi sınıflarından değil, tekil bir küresel proletarya sınıfından söz etmek anlamlı hale gelir. Bu işçi sınıfı, ideolojik düzeyde bir ulus ile özdeşleşmez, fakat maddi olarak ulusal bir ekonomik çerçeve içinde varlığını sürdürür.
Bu bağlamda, ekonomik olarak “geri” bölgelerdeki gelişmekte olan sanayi proletaryası, büyük olasılıkla karşı-devrimci olan köylülüğü kendi ileri disiplini altına almakla kalmamalı, aynı zamanda bir dünya devrimi olmadan belirli bir bölgede sosyalizmi inşa edemeyeceği için devrimi sürekli kılıp, küresel üretim tarzının ekonomik olarak “daha gelişmiş” bölgelerindeki daha ileri düzeydeki sınıf kardeşlerinin önderliğini beklemelidir. Tıpkı küçük bir kasabadaki küçük bir fabrikada çalışan işçilerin, büyük şehirlerdeki devasa fabrikalardaki işçilerin genel grev yapıp ayaklanma başlatmasını beklemesi gibi…
Kapitalist üretim tarzının bu şekilde uluslararasılaştırılması, Troçkist çizginin çeşitli kollarında devrimci partinin de uluslararasılaştırılmasına yol açar. Biz Maoistler, Troçkist yoldaşlarımızla enternasyonalizmin gerekliliği konusunda hemfikir olsak da, uluslararası bir komünist parti kurmanın sahte bir enternasyonalizm olduğunu savunuruz. Çünkü her ulusun kendine özgü bir sınıf bileşimi ve üretim tarzının kendine has bir versiyonu vardır. Batı Avrupa veya ABD’de geliştirilmiş sınıf ve sınıf mücadelesi analizini, Pakistan, Vietnam gibi birbirinden farklı bölgelere olduğu gibi dayatmak mümkün değildir. Bu tür bir “enternasyonalizm”, çoğu zaman emperyalist şovenizmin yeniden ifadesine dönüşür: Bu iddiadaki uluslararası partilerin “daha gelişmiş” unsurları (örneğin ABD veya Britanya’daki parti üyeleri), üçüncü dünya ülkelerindeki yoldaşlarına teorik analizleri ve siyasal davranış biçimlerini dikte ederken, bu bölgelerdeki devrimci hareketin ancak somut durumun somut tahlili ile ilerleyebileceğini, başka bölgelere ait yabancı bir analizin dayatılması halinde başarısızlığın kaçınılmaz olacağını gözden kaçırırlar.
Tam da bu nedenle, Troçkist partilerin küresel kapitalizmin çevrelerinde, hatta herhangi bir yerde bir devrimin kıvılcımını dahi çakamamasının altı çizilmelidir; nadir de olsa belirli yerlerde önemli bir örgütlülüğe sahip olduklarında bile (örneğin, Ho Chi Minh’in partisinin yükselişinden önce Vietnam’da olduğu gibi), devrimci bir süreci başlatamamışlar, hızla organik biçimde gelişen -her ne kadar teorik açıdan kusurları bulunsa da- hareketlerin gölgesinde kalmışlardır. Dolayısıyla, eğer komünizm nihayetinde devrim yapmakla ilgiliyse, herhangi bir yerde devrimci bir mücadele başlatmakta başarısız olmuş bir teoriyi sorgulamamız gerekir. Troçkistlerin, diğer devrimci mücadelelerin başarısızlığını Troçki’nin sürekli devrim teorisini dikkate almamalarına bağladığı doğrudur; ancak, sonuçta başarısızlığa uğrayan bu devrimler bile Troçkizm öncülüğünde yürütülen herhangi bir devrimci girişimden daha başarılı olmuştur. Sürekli devrim teorisi en başından itibaren bir başarısızlık teorisidir -zira bir devrim başlatmaktan dahi aciz olduğunu kanıtlamıştır. Bu meseleye bu polemiğin son bölümünde daha ayrıntılı döneceğim.
Sürekli devrim teorisinin detaylarını bu kadar kapsamlı şekilde ele alıyor olmamın nedeni, Troçkizm’in temel teorisine karşı Maoist yanıtın, bu teorinin yeterli bir özetini gerektirmesidir. Dahası, yukarıda da belirtildiği gibi, Troçkistlerin Maoizm anlayışının izleri Troçkizm’in kurucu teorisine, yani sürekli devrim teorisine dayanıyor; bu da demek oluyor ki Maoizm cephesinden bu teoriye yönelen her türden itiraz, bu teorinin en kritik yanı olarak değerlendirilmelidir.
Burada elbette, aynı soruya bir başka yanıt üretmeye çalışan Yeni Demokrasi teorisinden bahsediyoruz. Çin Devrimi’nin yarı-feodal/yarı-sömürge bir bağlamda gerçekleşmesi nedeniyle, Mao önderliğindeki ÇKP, sosyalizmin nasıl inşa edilebileceğini teorize etmeye yönelmiştir. Bu çabanın bir neticesi olarak, kimi anlarda Yeni Demokrasi teorisi ile Sürekli Devrim teorisinin, en azından belirli anlamlarda, kesiştiği görülür. Ancak ayrışmalar hala hayati önemdedir -ve bu ayrışmaların önemi şuradan kaynaklanır: Çin Komünist Partisi, Troçkist herhangi bir örgütlenmenin aksine, söz konusu soruya pratik bir yanıt üretmiş ve Çin’de sosyalizmi kurmayı başarmıştır.
Yeni Demokrasi teorisi, genel hatlarıyla, sosyalizmin üretim araçlarının merkezileşmesi sürecine imkân verecek üretici güçlerin nasıl inşa edileceği meselesine odaklanır (yani, kapitalizm koşullarında oluşması beklenen, ancak yarı-feodal toplumsal formasyonlarda büyük ölçüde eksik kalan sanayi altyapısının yaratılmasına). Fakat Yeni Demokrasi, sosyalizmin kapitalist temelini oluşturmak için bir burjuva devrimini beklemek yerine şunları savunur: a) Emperyalizmin tahakkümü altındaki bir ülkede burjuva devriminin gerçekleşmesi genellikle imkânsızdır ve küresel kapitalizmin mevcut evresinde, her ülke aslında bir biçimde kapitalist bir oluşum olduğundan böylesi bir devrim çok da gerekli değildir. b) Sosyalizm için gerekli ekonomik altyapı, komünist partinin önderliğinde inşa edilecektir; böylece üretici güçler sosyalist üretim ilişkilerine tabi kılınacak, siyasetin komutada olduğu bir düzen kurulacaktır; c) Komünist partinin rehberliğinde, “devrimci sınıflar” arasında bir ittifak kurulabilecek; bu ittifak, sosyalizmin inşası hedefi doğrultusunda ulusal burjuvazinin belirli bir dereceye kadar katılımıyla bir işçi-köylü ittifakını temel alacaktır.
Troçkistlerin özellikle (c) maddesine takıntılı bir şekilde odaklandıklarını, diğer maddeleri ise “aşamacı” olmakla küçümsediklerini belirtmek önemlidir (ki bu ironiktir, zira sürekli devrim teorisinin kendisi de “aşamalar” içerir — önce çevre ülkelerde yapay sosyalist kurumlar, ardından merkezde proletaryanın önderliğinde gerçek sosyalist devrim). Troçkistler, bu maddeyi “sınıf işbirliği”ne eşdeğer görürler ve bu noktayı, Maoizm’in (ki Maoizm’i yalnızca bu teoriye indirgerler) “kızıl bayraklı burjuva devrimi” teorisi olduğunun kanıtı olarak sunarlar. Bu teorinin sınıf işbirlikçi yönünü kanıtlamak için ise genellikle Çin’de uygulanan ve günümüz Maoistleri tarafından da savunulan Yeni Demokrasi pratiğiyle ilgisi olmayan örnekler verirler. Gerçekten de Troçkistler, 1960’ların başlarında Endonezya komünizminin çöküşünü sıklıkla Yeni Demokrasi’nin (ve dolayısıyla “Maoizm’in”) başarısızlığına örnek olarak gösterirler. Oysa Sukarno’nun “Güdümlü Demokrasi” teorisi, Mao’nun “Yeni Demokrasi” teorisiyle özdeş değildir ve her durumda Maoist teorinin çekirdeğini oluşturacak olan Büyük Proleter Kültür Devrimi, Sukarno’nun 1957’de devrimci milliyetçilik yaklaşımını ortaya koyduğu dönemde henüz gerçekleşmemişti. Yine Endonezya Komünist Partisi de Yeni Demokrasi teorisine uygun bir çizgide hareket etmiyordu. Nitekim bu parti, kendisini ulusal burjuvazinin çerçevesine yerleştirmiş ve dolayısıyla ulusal burjuvazinin emri altına girmişti -olması gerekenin tam aksi istikamette. Yeni Demokrasi ancak devrimin bir komünist parti tarafından yürütülmesi ve tamamlanması koşuluyla mümkündür. Yani komünist siyasetin komuta etmesi gerekir; sosyalizm için gerekli üretim araçlarının inşasında, sosyalist üretim ilişkileri siyaseten yön verici olmalıdır.
Dahası, Yeni Demokrasi teorisinin yarı-feodal ve yarı-sömürge bağlamında ulusal burjuvazinin “devrimci bir sınıf” olabileceğini (ancak yalnızca belirli bir ölçüde ve her zaman partinin kontrolü altında) ileri sürmesinin nedeni, bu kesimin -komprador burjuvazinin aksine (yani emperyalist çıkarları temsil eden burjuvazi)- çoğu zaman emperyalist müdahaleyi ve yarı-feodal ideolojiyi ortadan kaldırmada çıkarlarının bulunmasıydı. Yarı-feodal/yarı-sömürge bir ülkede sosyalizmin inşası çerçevesinde gelişmiş olan bu bilinç nesnel olarak devrimci bir karakter taşımaktaydı. Mao, “Yeni Demokrasi Üzerine” başlıklı metninde şöyle der: “Sömürge ya da yarı-sömürge bir ülkede burjuva olmak ve emperyalizm tarafından ezilmek, Çin ulusal burjuvazisine belli dönemlerde ve belli bir ölçüde devrimci bir nitelik kazandırır.” Burada Mao’nun, bu “devrimci niteliğin” yalnızca “belirli dönemlerde ve belirli bir ölçüde” geçerli olabileceği vurgusuna özellikle dikkat edilmelidir; nitekim birkaç paragraf sonra bu niteliğin sınırlarını da açıkça ortaya koyar. Bu durum, Yeni Demokrasi teorisinin ulusal burjuvazinin peşine takılmak ya da sınıf işbirliğine yönelmekle hiçbir ilgisinin olmadığını açıkça gözler önüne sermektedir.
Ancak aynı zamanda, sömürge ve yarı-sömürge bir ülkede bir burjuva sınıfı olan ve bu nedenle ekonomik ve politik olarak son derece gevşek bir yapıda olan Çin ulusal burjuvazisinin bir başka özelliği daha vardır: Devrimin düşmanlarıyla uzlaşmaya meyilli olması. Devrime katıldığında dahi, emperyalizmden tamamen kopmak istemez; yine toprak rantı yoluyla kırsal bölgelerin sömürülmesiyle yakından ilişkili olduğundan emperyalizmi ve daha önemlisi feodal güçleri köklü bir biçimde devirmeye ne istekli ne de muktedirdir.
Bu, sınıf işbirliği gibi gelmiyor kulağa. Aslında Mao’nun yarı-feodal/yarı-sömürge bir bağlamda ulusal burjuvaziyi kavrayışı (ki Mao, bu burjuvazinin kapitalizmin merkezlerindeki burjuvaziden farklı olduğunu ileri sürer) Troçki’nin köylülüğü kavrayışına benzer: Devrimin belli bir aşamasında yararlanılacak faydalı bir güç, fakat sonrasında devrimin önünde bir engel.
Bu arada, bu polemiğin düzenlenmesine yardımcı olan bir arkadaşım ve yoldaşımın da belirttiği gibi, “Troçkistlerin, Yeni Demokrasi ya da Demokratik Halk Devrimi teorilerini Stalinist ve post-Stalinist “Milli Demokratik Devrim” (MDD) teorisi ile birbirine karıştırdığını vurgulamak önemlidir. MDD, pratikte üçüncü dünyadaki komünist partilere “ulusal burjuvaziye” tabi olmalarını öğütler [yukarıda belirtilen Mao öncesi ÇKP’de Li’nin çizgisinde olduğu gibi] -Hindistan’daki ana akım komünizminin sadece seçimlere katılıma indirgenmesi ve PKI ile Tudeh’in çok daha trajik felaketlerini hatırlayın. Oysa Yeni Demokrasi, partinin, işçi sınıfının ve köylülüğün bağımsız gücünü çok açık şekilde vurgular; Kuomintang’ın burjuva güçleriyle yalnızca taktiksel düzeyde ittifak yapılmasını, ulusal burjuvazinin köylülüğe ve işçi sınıfına tabi kılınmasını savunur -işçi sınıfı ve köylülüğün ulusal burjuvaziye tabi kılınmasını değil.
Yeni Demokrasi dönemi boyunca ulusal burjuvazinin partinin komutası altında tutulması ve bugün hâlâ gerici tarihçiler tarafından dile getirilen, bu “zavallı” burjuvaların komünizmle işbirliğine “kandırılarak” çekildikleri ve ardından burjuva “haklarının” ellerinden alındığı yönündeki şikâyetler de bu bağlamda yeniden anlam kazanmaktadır.
Gerçekten de “Maoizm mi Troçkizm mi?” sorusunda bu nokta son derece önemli. Büyük İleri Atılım’ın sonunda- atılımın kritik bazı başarısızlıkları olsa da, burjuva gerici tarihçilerin iddia ettiği kadar trajik olmadığı belirtilmelidir- Yeni Demokrasi dönemi sona ermişti. Bu dönemin sona erdiği, Mao’nun etrafında birleşmiş parti fraksiyonu tarafından açıkça ilan edilmiş ve nihayetinde sosyalizm pratikleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu bağlamda mesele artık, proletarya diktatörlüğünü kurmak için gerekli zemini yaratmak değil, proletarya diktatörlüğünü sürdürmek ve komünizm için gerekli toplumsal ilişkilerin nasıl üretileceğiydi. Burada şuna dikkat kesilmek gerekir: Parti içinde, Yeni Demokrasi aşamasının ötesine geçmek istemeyen, bu dönemi sosyalizmle karıştıran ve proletarya diktatörlüğünü sağlamlaştırma mücadelesini ilerletmek istemeyen bir siyasi çizgi de mevcuttu. Bu nedenle, Büyük Proleter Kültür Devrimi sırasında, “üretici güçler teorisi” olarak adlandırılan meşum teoriye karşı bir eleştiri ortaya çıktı -bu teori, yalnızca sosyalizm için gerekli üretici güçlerin inşasına odaklanılması gerektiğini, üretim ilişkileri gibi politik meselelerle uğraşılmaması gerektiğini savunuyor ve böylece sadece Yeni Demokrasi’ye devam edilmesini ve bu dönemin son derece hatalı bir şekilde sosyalizm olarak anılmasını teşvik ediyordu.
Nepal’deki yakın dönem gelişmeleri bu soruna iyi bir örnek teşkil etmektedir. Nepal Komünist Partisi (Maoist), başarılı bir halk savaşı başlatmış ve Nepal Birleşik Komünist Partisi (Maoist) adını aldığında Yeni Demokrasi dönemine benzer bir şey kurmayı başarmıştı. Nepal de yarı-feodal/yarı-sömürge bir ülke olduğundan, sosyalizm için gerekli zemini hazırlamak adına Yeni Demokrasi’yi tesis etmesi gerekiyordu. Ancak parti içerisindeki burjuva çizgi, Çin’e kıyasla çok daha erken bir aşamada zafer elde etti ve devrim, daha o anda “kızıl bayraklı burjuva devrimi”ne doğru çözülmeye başladı.
Ancak Maoistler, devrimci bir bağlamda her zaman bir çizgi mücadelesi yaşanacağını savunurlar -burada, sosyalist yolda ilerlemek istemeyenlerle devrimi tamamlamak isteyenler arasındaki mücadele kastedilir. Bu çizgi mücadelesi, Yeni Demokratik bir devrim olsun veya olmasın gerçekleşecektir. Gerçekten de Çin’de bu çizgi mücadelesi, Yeni Demokrasi döneminin öncesinde, sırasında ve sonrasında da mevcuttu; burjuva çizgi ancak Kültür Devrimi’nin sonunda, Deng Xiaoping çevresinde toplanan güçlerin zaferiyle üstünlük sağladı ve kapitalizmin restorasyonu böylece başladı. Dolayısıyla, kapitalizmin restorasyonu sorununun Yeni Demokrasi teorisiyle hususi bir ilgisi yoktur; Maoistler için sosyalizm de bir sınıf mücadelesi dönemi olduğundan, kapitalizmin restorasyonu sosyalizm altında her zaman olasıdır- ve tabii bu, Marksizm-Leninizm-Maoizm’in evrensel olarak geçerli olan temel kuramsal taşıdır.
Yeni Demokrasi teorisinin, doğru anlaşılsa bile, Maoizme göre yalnızca küresel kapitalizmin çeperlerinde ortaya çıkan devrimler için geçerli bir teori olduğunu belirtmek önemlidir. Küresel kapitalizmin merkezlerindeki devrimci hareketler -yani tamamlanmış kapitalist üretim biçimleri içinde ortaya çıkan hareketler- Yeni Demokrasi’nin peşinden gitmeyecektir, zira Yeni Demokrasi’nin çözmeye çalıştığı sorunlar, kapitalist üretim tarzında zaten mevcut olan sosyalizmin inşası için gerekli ekonomik altyapının eksikliğiyle ilgilidir. İşte bu nedenle, devrimci komünizmin yeni bir teorik aşaması olarak Maoizm, aslında Yeni Demokrasi teorisiyle tanımlanmaz, çünkü komünizmin yeni bir aşaması, her somut bağlamda uygulanabilecek evrensel yönler taşımalıdır. Marksizm-Leninizm-Maoizm teorisinin can alıcı noktası yukarıda belirtilen noktadır ve bu nokta partinin nasıl işlemesi gerektiğine, üstyapının tarihsel gelişim süreçlerinde altyapıyı nasıl engellediğine, partinin kitleler tarafından nasıl denetlenebileceğine, kitlelere nasıl yaklaşılması gerektiğine ve daha pek çok kavrama bağlanır. Kaldı ki bu kavramlar sadece üçüncü dünya devrimlerini önemsemekle kalmaz -Lenin’in de söylediği gibi, kapitalist dünya sisteminin “zayıf halkaları” olduğu için bu ülkelerde devrimlerin daha sık yaşanması- aynı zamanda birinci dünyada devrim yapmanın koşulları ve karşılaşılacak sorunlar hakkında da bir şeyler öğretir.
Hakikaten de kapitalizmin merkezlerinde kayda değer bir köylülüğün ya da bir tür “devrimci nitelik” taşıyan ulusal burjuvazinin bulunmaması, bu bölgelerde Yeni Demokrasi olasılığının tümüyle saçma olduğu anlamına geliyor. Bunun yerine, sosyalizmin inşası için kitlelerin seferber edilmesi konusunda komünistler, proletaryanın çeşitli kesimleri, küçük burjuvazinin bazı bilinçli unsurları (yani öğrenciler ve entelektüeller) ve (ABD ve Kanada bağlamında) ezilen halklar- hatta ayrıcalıklı sendikalardaki işçilerden daha yatkın olabilecek bazı küçük işletme sahipleri arasında olası bir birleşik cephe kurulmasının gerektiği dikkate alınmalıdır. Yine, sosyalizmin herhangi bir biçimde kuruluşunun aynı zamanda sosyalizmi ilerletmek isteyenler ile burjuva ideolojisine tutunmak isteyenler arasında bir sınıf mücadelesi anlamına geleceği, yani proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin devam edeceği gerçeği, Maoizm’i anlamanın kilit unsurudur. Bu noktayı ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı şekilde inceleyeceğiz.
Maoizm, Stalinizm midir?
Troçkizm’le çekişirken sıkça karşılaştığımız önemli bir sorun, Leninist ilkeleri kabul eden fakat Troçkist olmayan her türden komünizmin otomatikman “Stalinizm” olarak damgalanmasıdır. Yani, Lenin sonrası dönemde ortada yalnızca Troçkizm veya Stalinizm olduğu, başka hiçbir seçeneğin bulunmadığı öne sürülmektedir. Bu bakış açısına göre, Maoizm de Stalinizm’in bir varyantı olarak ele alınır, ne var ki bunun neden bir tür Stalinizm olduğu yönündeki açıklamalar oldukça yüzeyseldir.
Genel hatlarıyla, Troçkistlere göre Maoizm, Stalin’in “tek ülkede sosyalizm” teorisine bağlı olduğu için Stalinizm’dir. Burada şunun altını çizmek gerekir: “Stalinizm” kavramı esasen Troçkistler tarafından tanımlanmıştır; çünkü onlar, Leninist zeminde Troçkizm’e rakip olabilecek yegâne ideolojik alternatifin Stalinizm olduğuna inanırlar. Stalin’in, tek bir ülkede sosyalizmin inşa edilebileceğini (ama komünizmin kendi başına inşa edilemeyeceğini; bu ayrım oldukça önemlidir) savunması, yalnızca Troçkistlerin sürekli devrim teorisine ters düşmekle kalmaz, aynı zamanda en eleştirel olmayan Troçkistler tarafından dahi şöyle yorumlanır: Stalin sadece Rusya’daki devrimi önemsiyordu ve sosyalist devrimin yalnızca tek bir ülkede mümkün olduğuna inanıyor, dünyanın geri kalanını ise göz ardı ediyordu.
Aslında Mao yönetimindeki Çin Devrimi’nin bir dünya devrimi olmaksızın Çin’de sosyalizmi inşa etmeye çalıştığı doğrudur ve şayet bu durum “Stalinizm” için bir ölçütse, Troçkist suçlamalara göre Maoistler bu ithamlara maruz kalabilir. Fakat aynı zamanda, Maoistlerin Çin Devrimi anlayışı, Lenin’in Devlet ve Devrim’de yaptığı ancak Troçki’nin Sürekli Devrim’inde eksik olan sosyalizm ile komünizm arasındaki kritik önemdeki bir teorik ayrıma da dayanır. Ve bu anlayış, proletarya diktatörlüğü olan sosyalizmin tek bir ülkede mümkün olduğu ve komünizme geçiş olduğu, ancak tam komünizmin, zorunlu olarak devletsiz olacağı için, tüm dünyanın sosyalist olmasını gerektirdiğidir. Ne var ki, dünyanın çoğunun sosyalist olmaması, tek bir ülkenin proletarya diktatörlüğü kuramayacağı anlamına gelmez; daha da önemlisi, bu geçiş aşamasına giren fırtına merkezleri ne kadar çok olursa, dünya komünizminin gerçekleşme olasılığı o kadar artar.
Ancak Troçkistler, sürekli devrim teorisi ve dünyanın “eşitsiz ve bileşik” bir üretim tarzı olarak kavranması sebebiyle, dünya çapında eşzamanlı bir sosyalist devrim olması gerektiğini ve tekil sosyalist devrimlerin imkânsız olduğunu savunurlar. Bu yoruma göre, çevre ülkelerde sosyalist devrimlere girişen uluslar, olsa olsa “yapay sosyalist kurumlara” sahip bir demokratik devrim gerçekleştirebilirler; devrim küresel kapitalizmin merkezlerindeki daha gelişkin proletarya tarafından yönetilmediği sürece de sonunda varacakları nokta köylülükle bir iç savaşın eşiğine gelmektir. Burada bir kez daha Troçkizmin yaratıcı bir devrim anlayışı ortaya koymak isterken ortodoks Marksist kategorilere dogmatik bir bağlılıktan kurtulamaması gibi bir gerilimle karşılaşıyoruz. Bize söylenen, çevre ülkelerdeki sosyalist devrimler “sürekli” olmalı, burjuva devriminin gerçekleşmesini bekleme tuzağına düşmemelidir; ancak aynı zamanda, bu devrimlerin gerçekleşmesi imkânsız ve yaşanan olsa olsa bir demokratik devrim (burjuva devrimi mi? – burada kategoriler bulanıklaşıyor, gerçek bir kavram kargaşası) olabilir, zira daha gelişmiş ülkelerin devrimci müdahalesi olmadan sosyalist bir devrim gerçekleşemez.
Tıpkı Troçki’nin kapitalist üretim tarzı ve kapitalist dünya sistemi kategorilerini birbirine karıştırdığı gibi, sosyalizm ve komünizm kategorileri de birbirine karışmaktadır. Troçki’nin yalnızca dünya çapında bir sosyalist devrimin mümkün olduğunu ve sosyalizmin tek ülkede ortaya çıkamayacağını savunmasının gerekçesi, Marx ve Engels’in bazı pasajlarında dünya çapında bir devrim gerektiğini söylemiş olmasına dayanır – ki Troçkistler de bize bu gerçeği hatırlatmaya pek heveslidir. Ancak sorun, Marx ve Engels’in sosyalizm ve komünizm terimlerini çoğunlukla birbirlerinin yerine kullanmalarından ileri gelir; nitekim bu kategorilere anlam bakımından açıklık kazandıran kişi, Lenin’in Devlet ve Devrim’i olmuştur. Yani Lenin, Marx ve Engels’in çalışmalarında sosyalizm kavramının (yani burjuvazinin proletarya diktatörlüğü altında baskılandığı merkezi bir devlet aşamasını) komünizmin (yani sınıfsız bir toplumun) bir ön evresi olduğuna işaret edebilmek için büyük bir çaba sarf etmiştir. Bu Leninist açıklık ve somutlaştırma ışığında, belirli ülkelerde proletarya diktatörlüğünün kurulabileceği ve diğer ülkeler kapitalist kalmaya devam etse dahi sosyalizmin var olabileceği anlaşılır olsa gerek. Hiç kuşku yok ki böyle bir sosyalizm dış emperyalist baskılardan etkilenecektir. Lenin, Marx ve Engels’i takip ederek (ama onların kavramsal muğlaklıklarını tekrarlamadan), komünizmin yalnızca küresel ölçekte mümkün olabileceğini savunmuştu; sonuçta, oldukça pratik bir bakışla, komünizmin var olabilmesi için devletin sönümlenmesi gerekir ve kapitalist dünya sistemi bağlamında, eğer bir devlet ortadan kalkacak olursa, emperyalist uluslar ortaya çıkan bu komünizmi derhal ezecek gibi görünmektedir. Troçki ise burada Lenin’in kavramsal kategorilerini kabul etmiyor gibi duruyor; muhtemelen dünya kapitalizmini kavrama biçiminden ötürü, sosyalist devrimin yalnızca bir dünya devrimiyle mümkün olduğunu öne sürüyor.
Bu yüzden Troçkist mercekten bakıldığında, sosyalizm aslında hiçbir zaman gerçekten var olmamıştır; sadece yozlaşmış/bozulmuş işçi devletleri ve Bonapartist (yani “Stalinist”) rejimler vardır. Bu bağlamlarda kapitalizm geri geldiğinde, Troçkistlerin verdiği tepki, sıklıkla sevinçle, bu durumun başından beri zaten gerçek bir sosyalizm olmadığının kanıtı şeklinde olur.
Maoistler ise farklı bir yaklaşım benimser: Bu bölgelerin gerçekten sosyalist olduklarını, fakat sosyalist mücadelenin komünizme kadar taşınamadığını savunurlar. Bunun temel nedeni de, yukarıda da belirtildiği gibi, Marksizm-Leninizm-Maoizm’in en önemli içgörülerinden biri olan proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin devam ettiği gerçeğidir. Yani, kapitalist restorasyon mümkündür çünkü sosyalizm de sınıflı bir toplumdur: Burjuvazi, proletarya diktatörlüğü altında tutulmakta olsa da her zaman bu diktatörlüğü yenilgiye uğratıp iktidarı yeniden ele geçirme potansiyeline sahiptir. Daha da önemlisi, burjuva ideolojisi üstyapıda kalıcı şekilde varlığını sürdürdüğünden sosyalist toplum içinde etkili bir güç haline gelir. Bunun nedeni, çoğumuzun burjuva ideolojisinin hegemonik olduğu bir bağlamda doğup büyümüş olmamızdır- bundan kolayca kopmak zordur çünkü devrimden sonra dahi geçmiş üretim tarzının pisliğinin izlerini taşırız- ve bu, komünist parti içindekiler için bile zorlayıcı olmaya devam eder.
Yine de Troçkistler, kapitalizmin eski sosyalist (daha doğrusu, onların deyimiyle “bozulmuş işçi devleti”) devletlerde yeniden tesisine ilişkin farklı bir anlatı sunarlar. Fakat bu anlatı olabildiğine basitleştiricidir, bu nedenle de pek çok şeyi açıklamakta yetersiz kalır. Buna göre, Stalin ve onun ürettiği bürokrasi Rus Devrimi’ni mahvetmiştir, zira Stalin ve bürokrasisi sürekli devrimi ilkesini tanımayı reddetmişlerdir. O halde bu sorunun çözümü, Lenin sonrası dönemde Stalin’in yerine Troçki’nin devrim önderliğini üstlenmesi olmalıdır; görüldüğü gibi mesele nihayetinde tarihte “büyük şahsiyetler”in rolüne indirgenmektedir.
Oysa biz Maoistler, Troçki’nin Rus Devrimi’ne liderlik etmesinin kayda değer bir fark yaratmayacağını savunuyoruz: Bir kere, Troçki’nin sınıf mücadelesinin sosyalizm altında ve hatta parti içinde bile devam ettiğini anlayacak kapasitede olmadığı açıktır (bu kavrayış ancak Rus Devrimi’nin bilançosu çıkarılırken, özellikle de Kültür Devrimi teorisinin oluşumuyla — yani kitlelerin parti merkezine karşı harekete geçirilmesiyle — mümkün olabilmiştir). Üstelik sürekli devrim teorisi, bu teorinin başarısızlığını önden ima eder: Rusya’nın karşı-devrimci güçler tarafından kuşatıldığı bir ortamda, dünya çapında bir sosyalist devrimi nasıl örgütleyeceği sorusu yanıtsız kalır. Dolayısıyla, Troçkizmin kendisine göre bile, Rus Devrimi’nin Troçki ile ya da onsuz başarısızlığa mahkûm olduğu sonucuna varılır.
Yine biz Maoistler, herhangi bir sosyalist devrimin başarısız olma olasılığının her zaman içinde mevcut olduğunu, nitekim sosyalizmin, sınıf mücadelesinin sona erdiği bir dönem değil, aksine devrimci sınıfın kendi hegemonyasını tamamlamaya çalıştığı bir geçiş süreci olduğunu savunuyoruz. Devrimlerin, sosyalizmden önce bile, her zaman başarısızlığa uğrayabileceğini biliyoruz. Bunun nedeni, devrimcilerin Bolşevizm’i bir tür saflıkla anlayamamış olması ya da partinin “gerçek demokratik merkeziyetçilik” gibi sihirli formüllerden yoksun olması nedeniyle değil, bizzat sosyalist devrimler esnasında kapitalist restorasyon olasılığının içkin olmasındandır. Kaldı ki partinin kendi içinde de çizgi mücadeleleri sürer ve zaman zaman kapitalist yolu temsil eden çizgi üstün gelebilir.
Troçkizm’in (kendisini Stalinist olmayan tek Leninizm olarak tanımladığı için) genellikle odaklandığı Stalin ve “Stalinizm” meselesine geri dönersek, en azından Stalin’i Troçkistlerin “Stalinizm” dediği olguyu doğru şekilde eleştirmek gerektiği konusunda hemfikir olabiliriz. Lenin’in halefi olarak Stalin’e şartsız sadakat gösteren ve Stalin’i herhangi bir ölçüde eleştiren herhangi bir devrimci hareketin tam anlamıyla “Marksist-Leninist” olmadığını savunan Marksist-Leninistlerin aksine, biz Maoistler, komünist hareket içindeki her konumun (Mao’nun bile) somut ve kapsamlı bir eleştiriye tabi tutulması gerektiğini düşünüyoruz. Bu nedenle, Stalin’in suçlanamaz olduğunu ya da kalan birkaç [Enver] Hoca’cının bizi inandırmak istediği gibi Stalin’i eleştirmenin karşı devrimcilikle eşdeğer olduğunu düşünmüyoruz.
Ancak Stalin’e Bolşevik Devrimi’ni mahveden bir tür kötü diktatör olarak odaklanmak, burjuva ahlakçılığına düşmek ve Rus Devrimi’ne dair gerici propagandanın en kötü unsurlarını yeniden üretmektedir. Dahası, bu bakış açısı, Stalin sonrası dönemde, Kruşçev’in Stalin’i ve “Stalinist dönemi” mahkûm etmesinden sonra, Sovyetler Birliği’nde yaşananları açıklamakta da yetersiz kalır. Gerçekten de o dönemde Troçkistler, Kruşçev’i, Troçki’nin Sovyetler Birliği’ne dair tezlerinin doğruluğunu kanıtlayan bir figür olarak övmekle meşguldüler. Şayet bu doğruysa, Kruşçev’in Stalin dönemine yönelik eleştirisinin gerekçesi olan açık revizyonizmin -özellikle kapitalizmle barış içinde bir arada yaşama teorisinin- de doğru kabul edilmesi gerekirdi.
Peki, eğer Kruşçev açıkça revizyonizmi benimsiyor ve Stalin’e karşı konumlanmış ve açıkça “Stalinizm”le özdeşleştirilebilecek her şeyi reddediyorsa, bu durum Stalin dönemini yozlaşmış bir işçi devleti”nden fazlası yapmaz mı? Zira Kruşçev’in bu dönemle arasına koyduğu mesafe, Sovyet teorisi ve pratiğinde ciddi bir epistemik kopuşa işaret eder. Bu kopuş ki, dünya çapında komünist hareketleri derinden sarsmış, Bandung Projesi’nin başarısızlığına zemin hazırlamış ve sadece “Stalinizmin” bir başka varyantı ya da daha kötüsü, “Stalinizmin” -Troçki’yi haklı çıkaran- devrimci bir reddi gibi görülemeyecek kadar derin sonuçlar yaratmıştır. Buna rağmen Troçkist eleştiriler, Kruşçev dönemini Stalin dönemiyle özdeşleştirme eğilimindedir. Her ikisini de basitçe “bürokrasi” üzerinden aynılaştırır ve Kruşçev’in yarattığı kopuşu kavramayı reddeder. Kruşçev’in de Gorbaçov ve Yeltsin gibi olsa olsa bir başka “Stalinist” olduğunu iddia ederler, ki bu en iyi ihtimalle beceriksiz, en kötü ihtimalle ise idealist bir homogenizasyon çabasıdır.
Sovyetler Birliği’nin çöküşünü, kötü niyetli birinin, şeytani planlarına sadakatle hizmet eden bir bürokrasi yaratma gücüne sahip olmasıyla açıklamak yerine- bu tür bir analiz olsa olsa masallara ve fantastik kurgulara yaraşır- Maoistler, bu çöküşü, tarihsel materyalist bir yaklaşımla anlamlandırmaya çalışırlar. Stalin’i şeytani bir figür olarak dışlamak yerine, onu belli bir tarihsel momentte, her ne sebeple olursa olsun, devrimci bir devletin başında bulunan bir kişi olarak değerlendiririz (eğer tarih farklı şekilde aksaydı ve Troçki Rus Devrimi’nin liderliğini üstlenmiş, Stalin ise sürgüne gönderilmiş olsaydı, aynı şeyi Troçki için de söylerdik). Stalin’in bu liderlik sürecinde çeşitli hatalar yaptığını kabul ediyoruz. Ancak, Stalin dönemindeki sosyalizmi inşa sürecinin, revizyonizmi doğuran ve sadece Rus Devrimi’nin değil, herhangi bir devrimin başarısızlığına yol açan temel hata olarak görüyoruz. Tekrarlamak pahasına belirtelim: Proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin devam ettiği teorisi hem Stalin döneminin başarısızlıklarını hem de Kruşçev döneminin revizyonizmini açıklamaktadır. Stalin, kapitalist restorasyonun sosyalizmin doğal bir parçası olabileceğini -yani sosyalizmin hâlâ sınıflı bir toplum olduğunu- ve karşı devrimci siyasal çizgilerin, burjuva (hatta yarı-feodal) ideolojisinin mirasından kaynaklandığını kavrayamamıştır.
Dolayısıyla, Stalin etrafında toplanan güçler -Troçkistlerin tabiriyle sözde “Stalinist bürokrasi”- partide ve Sovyet toplumunda burjuva siyasi çizgileri benimsemiş olabilecek kişileri, sosyalizm altında kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak olgular şeklinde değerlendirmek yerine, bu bireyleri, grupları ve fikirleri doğrudan yabancı müdahalesinin veya kasıtlı bir ihanetin ürünü olarak gördüler. Dahası, partinin kendi içinde, sosyalizm koşullarındaki sınıf mücadelesinin baskınlığının bir yansıması olarak organik bir çizgi mücadelesine sahne olacağını ve partinin liderliğinin sıklıkla burjuva ideolojisini muhafaza edeceğini de kavrayamadılar. İşte bu kuramsal bakış, Stalin’in seçilmiş halefi Kruşçev’in -Stalin döneminde tasfiye politikalarını ve siyasi polisliği uygulamaktan memnuniyet duyan bir figürken- nasıl aynı zamanda bir revizsyonist olabildiğini açıklamaktadır. Bunun nedeni ne bir “yabancı ajan” olması (“Stalinizm”in varsayacağı türden) ne de bir “bürokrat” olması (Troçkizm’in iddia edeceği gibi), burjuva ideolojisinin ve dolayısıyla revizyonizmin -özellikle de parti liderliğindeki kişiler için- her zaman cazip bir seçenek sunmasıdır.
Troçkistlerin “Stalinizm” analizi, sosyalizmin neden ve nasıl başarısızlığa uğrayabileceğine dair, “zaten başından beri sosyalizm değildi”, “başında kötü bir adam vardı” veya “o soğuk bürokrasi olmasaydı her şey farklı olurdu” gibi açıklamaların ötesinde bir şey sunmaz. Oysa bu tür açıklamaların hiçbiri, sosyalizmin nasıl doğru şekilde kurulabileceğine dair bir yol göstermez; belki sadece, devrimi sürekli kılmak ve herkesin aynı anda sosyalizmi inşa etmesini beklemek gerektiğini ima eder. Peki böylesi bir senaryo, “kötü niyetli adamların” iktidara gelip her şeyi mahvetmesini engeller miydi? Yoksa bu tür insanların gücü ele geçirmesini sonsuza dek önleyecek türden sihirsel bir demokratik merkeziyetçilik mekanizmasına mı ihtiyaç duyarız? Troçkist çözüm, basitçe “bir Troçki” figürünü iktidara getirmektir -ki bu da kişilere dayalı bir çözümdür. Üstelik, tanımı gereği örgütlü bir yönetim yapısı olan bürokrasinin, tek bir küresel sosyalist devrim hayalinde bile ortaya çıkmayacağını varsaymak fantezinin bizzat kendisidir. Sosyalizm bu bağlamda nasıl geliştirilecek ve pekiştirilecektir -kendiliğinden ve yönetim üzerinde hiçbir mücadele olmadan mı mesela? Bürokratik yapılar, devrimcilerin anti-bürokratik niyetlerine rağmen ortaya çıkar ve çıkacaktır da. Bu nedenle, devrimcilerin doğaüstü anti-bürokratik güçlere sahip olduğu varsayımıyla bu yapılar yokmuş gibi davranmak yerine, onları sosyalizm koşullarında süren sınıf mücadelesinin alanları olarak görmek gerekir: Çözüm, kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak bu yapıları, kitlelere açmak ve kitle denetimine tabi kılmaktır. Maoizm’in proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin sürdüğü teorisi, sosyalizmi inşa sürecini ve bu dönemde kaçınılmaz olarak yaşanacak çatışma ve mücadeleleri anlamamızı sağlar – ve Maoizm’in her bağlamda uygulanabilir olmasının, Marksizm-Leninizm’in bir gelişimi olmasının ve yalnızca “üçüncü dünya köylülerine özgü bir komünizme” indirgenememesinin temel nedeni budur.
Ezcümle, Troçkistlerin tanımladığının dışında bir “Stalinizm” yoktur – ve onların tanımı da, yalnızca Troçkistlerin takıntı haline getirdiği “tek ülkede sosyalizm” teorisinin ötesinde bilimsel bir içerik taşımaz. Biz Maoistler, “Stalinizm” olarak adlandırılmaya değer bir şeyin varlığını kabul etmiyoruz; kaldı ki kendini “Stalinist” olarak tanımlayanların da, Troçkizm’den daha bilimsel bir geçerliliği olmayan çıkmaz bir komünizmi benimsediğini düşünüyoruz.
Daha önce “sürekli devrim” teorisi bağlamında da belirtildiği gibi, Troçkizm devrimci yola girmekte dahi son derece aciz kalmıştır. Bu sorun, temelde, benimsenen teorinin siyasi ve askeri düzlemdeki devrim stratejisinin başarısızlığından kaynaklanmaktadır. Siyasal stratejisi mevzuu, “sürekli devrim” teorisi ve dünya sosyalist devrimi vurgusu üzerinden yukarıda ele alınmıştı. Askeri stratejisi ise esasen Bolşevik ayaklanma stratejisi, yani “Ekim Yolu”dur. Kitlesel grev ve silahlı ayaklanmanın uzun süreli yasal mücadele sürecinin ardından geleceği varsayılır.
Ekim Devrimi’nden bu yana, bu ayaklanmacı stratejiyi takip eden tüm devrim girişimlerinin başarısız olduğunu belirtmek önemlidir. Biraz da bu nedenle Maoistler, devrimci bir askeri strateji olarak halk savaşının evrenselliğini savunurlar. Ne var ki, bu teori uluslararası Maoist hareket içinde hâlâ tartışma konusu olduğundan, Maoizm’in bu açıdan Troçkizm’den neden üstün olduğunu kanıtlamak için ayaklanma stratejisiyle kıyaslama yapmayacağım. Nitekim bazı Maoistler ve Troçkist olmayan grupların (hatta bazı anarko-komünistlerin) ayaklanma teorisini savunduğunu unutmamak gerekir.
Buradaki asıl mesele, ayaklanma yoluyla devrim yapma girişimlerinin hiçbirinin Troçkist kökenli olmamasıdır. Troçkizm, bir ayaklanma momentini tetiklemekte dahi tamamen aciz kalmış, ancak başkalarının ayaklanmalarını sahiplenme eğiliminde olmuştur: Örneğin Bolşevik ayaklanmanın tümüyle Troçki’nin eseri olduğunu ve Ekim Devrimi’ne onun önderlik ettiğini iddia eder (bu iddia 1905’te başlayan gerilla savaşının görmezden gelinmesine ve Troçki’nin devrime katkısının stratejik değil taktik düzeyde olduğunu, “Ekim Yolu” olarak anılan devrimci stratejinin Lenin’e ait olduğunu görmezden gelir) ya da Troçki’yi sevmeyen bir grubun gerçekleştirdiği bir ayaklanmanın adını kendisine mal eder. Başarısız ayaklanma girişimlerinin tamamı şu aktörler tarafından yönetilmiştir: a) Luxemburgçular, b) Stalin döneminde Sovyetler Birliği’ne bağlılık beyan eden Marksist-Leninistler, c) sadece bir kez, İspanya Devrimi örneğinde olduğu gibi, anarşistler.
Dolayısıyla, Troçkistlerin fiilen bir devrim yapmaya çalıştığı tek bir örnek dahi yoktur ve bu durum, başlı başına onların siyasi stratejisi olan “sürekli devrim” teorisinden kaynaklanır. Eğer bir sosyalist devrim, ancak kapitalizmin merkezlerindeki ileri işçi sınıfı kadrolarının önderliğinde başarıya ulaşabilirse ve bu devrim, gerçek anlamda “sosyalist” sayılabilmek için nihayetinde küresel olmak zorundaysa, o zaman Troçkistlerin aslında savunduğu şey, devrimi dünyanın her yerinde herkesin aynı anda harekete geçeceği bir ana kadar ertelemektir – ki bu da Dördüncü Enternasyonal’den beri süregelen ve yalnızca uzun soluklu bir yasal mücadeleden ibaret olan bir bekleyiş anlamına gelmektedir.
Troçkistler zaman zaman, “hakiki” Marksizm’i koruduklarını ve devrimi erteleyerek, onlarca yıllık propaganda ve sendikal faaliyetler sonucunda işçi sınıfının kendi fraksiyonlarının doğruluğunu kavrayacağı ve nihayetinde “hakiki” bir Troçkist devrimin patlak vereceği anı beklediklerini savunurlar. Bu, yalnızca Troçkistlere özgü olmayan, bazı Marksistlerin de sıklıkla tekrarladığı “henüz zamanı değil” nakaratının bir başka versiyonudur. Fakat “zamanın gelmemişliği” argümanı, Troçkist devrim stratejisine içkindir, onun doğasında vardır. Ama dünyanın her köşesinde devrim için koşullar asla aynı anda olgunlaşmaz. Troçkist varsayımın aksine, devrim zamanı ancak belirli bağlamlarda “zamanı gelen” (ya da zamanı kendisi yaratan) kesimlerin, emperyalizmi parçalayacak uzun soluklu devrimlere girişmesiyle gelecektir- herkesin aynı anda harekete geçmesini beklemek yerine-. Dolayısıyla, Troçkistler her ne kadar sürekli devrim teorisiyle ekonomik determinizmi aştıklarını öne sürseler de pratikte küresel “eşitsiz ve bileşik” üretim tarzının herkesin devrim yapabileceği bir denge noktasına gelmesini bekleyen üretici güçlerci bir yaklaşımı yeniden üretirler.
Ne var ki hiç kimse “saf Marksizm”in sekter Troçkist bekçilerine itibar etmiyor çünkü ortodokslukları nedeniyle Troçkist teorinin muhtemelen en iyi örnekleri olsalar dahi, çoğu insan onların sekterliğini, dogmatizmini ve misyonerci Marksizm’ini rahatsız edici, saldırgan ve genel olarak tarikatvari buluyor. Bu nedenle nispeten önem taşıyanlar, Troçkist gelenekten etkilenmiş ama üretici güçler yaklaşımına haklı olarak mesafeli olan kesimlerdir (ki genellikle bu gruplara “eleştirel Troçkist” ya da “post-Troçkist” deniyor). Tabii bu gruplar da, devrim yapma kapasitesine sahip bir strateji geliştirmeyi başaramayan bir teorik çerçeveden kopamıyorlar. Bu çevreler sıklıkla Hal Draper’ın “aşağıdan sosyalizm” teorisini temel alır; pratikte ise kitlesel hareketlerin peşine takılır. Bazıları üniversite öğrencileri, entelektüeller ve sendika bürokratları için birer kulüpten öteye geçmez (ki bu, Troçkizmin bürokrasiye yönelik etkisiz eleştirilerine rağmen böyledir). Bazıları ise, militanlıktan uzak durmalarının onlara saygın komünistler olma imkânı sunduğunu varsayarak sosyal demokrat burjuva partilerine girip reformist projeler yürütmenin sonunda sosyalizmi getireceğini hayaller. Ama hemen tüm durumlarda, yukarıda da belirtildiği gibi, Troçkizm ve ondan yoğun biçimde etkilenen Marksist damarlar, pratikte devrim olgusuna ciddi anlamda hiç yaklaşamamıştır.
Komünizmin en temel meselesi devrim yapmak ve kapitalizmi yıkmak olduğuna göre, Troçkist geleneğin, Troçki’nin bir devrimci olarak katıldığı Bolşevik Devrimi’ni saymazsak, devrimci bir deneyiminin olmaması oldukça manidardır. Kaldı ki Bolşevik Devrimi bir “Troçkist” devrim de değildi; nitekim Stalin de katılmıştı (ve öyle bir yeraltı örgütlenmesi kurmuştur ki, bu örgütlenme Troçki’yi Komintern’den dışlamasında belirleyici olmuştur). Ama ortalama bir Troçkist’e Bolşevik Devrimi’nin “Stalinist” olduğunu söylediğinizde size tepki gösterecekti.
Oysa Maoizm, henüz tam olarak teorize edilmeden önce dahi dünya çapında önemli halk savaşlarına ilham olmuştur. Buna karşın, Troçkizm kendi adına kayda değer hiçbir devrimci deneyime sahip değildir, bu tür bir deneyim yaratamamıştır ve dolayısıyla devrim stratejisine dair başarı ve başarısızlıklardan ders çıkarma olanağına da sahip değildir. Gerçekten de, Troçkizmin yapabildiği tek şey, diğer devrimci hareketleri, yalnızca Bolşevik Devrimi’ne dair anlayışı ve her şeyin tıpkı o devrimde olduğu gibi olması gerektiği inancı üzerinden eleştirmektir -oysa bu ideoloji, aynı devrimi bile tekrarlayamamıştır ve daha da önemlisi, dünya artık ne mekânsal ne de tarihsel olarak 1917 Rusya’sına benzemektedir. Troçkistler Latin Amerika genelinde maden grevleri veya fabrika işgalleri gibi ayaklanmalara katılmış olsalar da, tüm bu örneklerde devrimci bir momente öncülük etmek yerine, daha büyük bir kitle hareketinin peşinden gitmişlerdir.
Troçkizm bu eleştirileri genellikle –sürekli devrim bölümünde de belirttiğim gibi– diğer tüm devrimci hareketlerin başarısız olduğu ve belki de sürekli devrim teorisini izleselerdi başarısız olmayacakları argümanıyla savuşturmaya çalışır. Bu kolaycı bir savunmadır, çünkü Troçkistler, teorileri zaten en baştan devrim şanslarını engellediği için, hiçbir zaman bir devrime öncülük etme ve devrimlerin kaçınılmaz olarak ürettiği karmaşayla (ve Maoistlerin tarihsel deneyimlerine dayanarak söylediği gibi, iki çizgi mücadelesiyle) yüzleşme fırsatı bulamamış olmalarını, “saf Marksizm”lerinin kanıtı olarak sunarlar. Troçkizm ise hiçbir hata yapmamıştır, zira başarılı ya da başarısız olabileceği herhangi bir girişimi olmamıştır. Bu, hiç okul yüzü görmemiş birinin “hiçbir sınavdan kalmadım” demesine benzer: Absürt ve safsata bir pozisyondur, ama daha önemlisi, Marksizm’i idealist biçimde kavrayan bir anlayışı, “saf komünizmi” zamandan ve mekândan bağımsız, Platoncu bir biçim gibi gören bir yaklaşıma işaret eder. Yani yapmamız gereken yalnızca bu öz üzerine tefekkür etmektir; işte o zaman kusursuz bir devrim gerçekleşebilecektir.
Ancak biz Maoistler, Marx ile birlikte şunu savunuruz: Bir şeyi ancak pratik yoluyla bilebiliriz; dolayısıyla devrimi anlamak da ancak devrimci praksis ile, yani devrim yapmaya çalışarak ve bazen de başarısız olarak mümkündür. Tarihten öğreniriz, fakat bu öğrenme seçtiğimiz koşullarda gerçekleşmez. Marx’ın okurlarına sık sık hatırlattığı gibi, ancak tarihin önümüze koyduğu sorunları çözebiliriz -şayet çözebilirsek tabii. Troçkizm ise, pratikte devrim yapma sorununu çözmeye bile teşebbüs etmemiştir: Yalnızca bu sorunu teorize etmiş ve devrimi uzak bir geleceğe erteleyen bir teoriye dayanarak, gerçek bir devrimci hareket inşa etmenin zorlu işlevinden kaçınmıştır.
Aslında, Maoizm’in sahte bir komünizm olduğu yönündeki ısrarlı iddialar, büyük ölçüde “saf” bir Marksizm’e -yani sınıf mücadelesinden bağımsız, yalnızca Marx, Engels, Lenin ve Troçki’nin kelimesi kelimesine okunmasıyla keşfedilebilecek bir Marksizm anlayışına- dayanan bir ideolojinin ürünüdür. Ve tabii aynı zamanda, komünist teorinin sözüm ona zirvesi olan Troçkizm’in aksine, devrim başlatabilecek hareketler yaratmakta başarıya ulaşan diğer Marksizmler karşısında tehdit hisseden bir teorik/politik duruşun da. [Başka bir deyişle], söz konusu Marksizmlerin neden başarılı olduklarını ve teorilerinin ne söylediğini incelemek, ya da kendi devrimci praksis eksikliğini sorgulamak yerine, Troçkizm bu devrimlerin sahte olduğunu iddia etmekle yetinir. Ne zaman ki bu devrimler başarısız olur, çünkü hiçbir devrimin başarı garantisi yoktur ve zaferi elde etmek son derece zordur- bazı Troçkistler bilmiş bir edayla sırıtarak, kendi teorilerinin bu başarısızlığı açıklayabileceğini öne sürerler. Oysa başarısız devrimlerin temel aldığı teoriler, devrimci başarısızlığı anlamak konusunda çok daha yetkindir.
Öyle ki, bazı daha ortodoks Troçkist gruplar, devrimci bir tarihe sahip olmamayı bir erdem olarak bile sunmaya çalışırlar. “Troçki’nin Dördüncü Enternasyonal’inden bu yana geçen 50 yılda yaşanan fraksiyon mücadeleleri, Lenin’in Bolşevik Partisi’nin çarlık imparatorluğunun emekçi kitlelerine zafer kazandırırken ortaya koyduğu ilkeleri ve devrimci gelenekleri uluslararası proletarya davası için koruma mücadelesidir.” Yani, bir devrimcinin asli görevi, çok özel bir sosyal-tarihsel bağlamdan süzülen geçmişin geleneklerini muhafaza etmektir ve bu uğraş, yalnızca Troçkist X ya da Troçkist Y grubunun Troçki’nin son derece özel ve incelikli teorik pozisyonlarını yanlış yorumladığını düşünmesinden kaynaklanan bir fraksiyonculuğu ve sekterliği de meşrulaştırmış olur.
Neyse ki, bu aşırı ortodoks Troçkist varyantlar, yalnızca diğer Troçkistler değil, Troçkizm’den etkilenen geniş sol çevrelerce de Marksizm’in gülünç karikatürleri olarak görülürler. Bunların varlığını sürdürmesinin tek nedeni, tarikatların ayakta kalma nedenleriyle neredeyse aynıdır. Bu orto-Troçkist “tarihi koruma” savunusuna değinmemizin bir nedeni, bazı Troçkistlerin Troçkizm’in bir devrimci hareket üretme veya önderlik etme becerisizliğinin farkında olduğunu gösterebilmektir. Dahası, bu ortodoks sekterliğin bize öğrettiği bir diğer önemli ders şudur: Komünizmin farklı varyantlarıyla yürütülen ideolojik çizgi mücadelesi, kimi çevrelerin sandığı gibi, sığ hizipçilikleri ve statik fraksiyonculukları körüklemek için değil, devrim yapabilmek için gerekli teorik temelleri netleştirmek amacıyla yapılmalıdır. Bu teorik zemin üzerine saplantılı bir şekilde kafa yorup onları devrimci pratikte uygulamaya çalışmamak ve dolayısıyla bunları belirli bir sosyal-tarihsel bağlamda yaratıcı biçimde nasıl ifade edeceğini öğrenememek komünizmin inkârı anlamına gelir.
Bu polemik yazısının başında da tartışıldığı gibi, “Maoizm mi, Troçkizm mi?” sorusu soyut bir fraksiyon kavgasıyla ilgili değildir; devrim yapabilmek için gerekli olan somut koşullara ve teorik temellere dair bir sorudur. Dahası, bu soru, Peru’daki önemli ama nihayetinde başarısız olan halk savaşından bu yana devrim yapmaya ve bunun ne anlama geldiğini anlamaya çalışan bir komünizm geleneğinden doğmuştur. Peru’dan sonra, daha ileri giden ancak yine de Maoizm’in bize öğrettiği gibi, partinin iki çizgi mücadelesi yoluyla ortaya çıkan revizyonizm sorunuyla karşılaşan Nepal gelmişti. Nepal’i, hâlâ büyümekte olan ve ülkeyi bir iç savaşa sürükleyen Hindistan’daki halk savaşının yeniden canlanışı izledi. Önümüzdeki yıllarda ise Afganistan’daki Maoistlerin kendi halk savaşlarını başlatmaları mümkündür -ki bu, 21. yüzyılın devrimler çağı olduğunu kanıtlayacaktır. Küresel kapitalizmin merkezlerinde ise yeni Marksist-Leninist-Maoist oluşumlar ortaya çıkıyor ve kapitalizmin göbeğinde nasıl devrim yapılacağı sorusuna yanıt arıyor -ki bu soru uzun zamandır ciddi biçimde ele alınmayan ve çoğunlukla başarısızlığa uğramış ayaklanmacı teorilerle yanıtlanmaya çalışılan bir sorudur.
Bu nedenle, geçmişteki Marksist-Leninist hareketlerin Troçkizm hakkında tekrarladığı bayat nakaratları yinelemekle ilgilenmiyoruz. Troçkizm’i, Marksist-Leninist geleneğin bir yorumu olarak tanımanın mümkün olduğunu düşünüyoruz; hatta, teoriye değerli katkılar sunan ve kitlelerin yanında durmakta kararlı pek çok Troçkist birey ve grubun varlığını kabul etmenin önemli olduğuna da inanıyoruz. Ancak bu yorumun, teorik temelleri gereği, devrimci bir çıkmazdan öteye gidemeyeceği kanısındayız.
Benzer şekilde, Troçkistlerin (ve Troçkist anlatıyı eleştirel olmadan benimseyenlerin -örneğin, “sol komünist” olan Goldner tipik örneğidir) Maoizm hakkındaki değerlendirmelerinin, bu teorik çizgiyi kavramakta başarılı olamadığını da görüyoruz. Sözde “eleştirel Troçkistler” tarafından yazılan, Çin Devrimi’nde hiçbir geçerli yan görmeyen ve bu devrimden ilham alan tüm büyük devrimci hareketleri görmezden gelen yazınlarla karşılaştığımızda, ya da Maoizm’i yalnızca 1960’lar ve 70’lerle sınırlı bir olgu olarak ele alıp, Maoizmin, kendi başına bir teorik bütünlük olarak, 1980’lere taşınamadığını öne süren teorik tartışmalarla karşılaştığımızda, bu art niyetli yaklaşımın, Troçkist muhataplarımızın olsa olsa teorik kavrayış eksikliğini yansıttığını, bizim ise herhangi bir hatamızı göstermediğini düşünüyoruz. Dahası var; Marksizm-Leninizm-Maoizm’in ortaya çıkışından bu yana patlak veren büyük halk savaşlarının, diğer komünistler tarafından önemsiz ya da “sahte komünizm” olarak değerlendirildiğini -oysa bu hareketler kitleleri başarıyla seferber ediyor- ve bu devrimlerin başarılarından çok başarısızlıklarının öne çıkarıldığını gördüğümüzde, acaba bu komünistler sahiden devrim yapmakla ilgileniyorlar mı diye sorguluyoruz. Bir Maoist yoldaşın bir zamanlar dediği gibi: “Bu insanlar mücadele etmeyi dahi göze almıyor!”
Oysa biz mücadele etmekten çekinmemeliyiz ve teorimizi, tıpkı Rusya ile Çin’in deneyimlerinden çıkardığımız gibi, kendi mücadelelerimizin hem başarılarından hem de başarısızlıklarından besleyerek geliştirmeliyiz. Ve şayet yeniden başarısız olursak, bu denemekle yanlış yaptığımız anlamına gelmez; yalnızca Marksizm-Leninizm-Maoizm’in açıkça tanımladığı sorunların üstesinden gelemediğimizi ya da yeni sorunlarla karşılaştığımızı ve bunların da sistematik bir şekilde teorize edilmesi gerektiğini gösterir. Zira başarısızlıklardan ve geri çekilişlerden de tıpkı zaferlerden öğrendiğimiz kadar öğreniriz ve devrimci teori söz konusu olduğunda, geçmiş devrimci hareketleri (özellikle de Rusya ve Çin’in dünya-tarihsel sosyalist devrimlerini) tarihsel materyalist bir sistematiğe tabi tutarak devrim yapmayı fiilen denemedikçe hiçbir şey öğrenemeyiz. Lenin’in ünlü sözüne atıfla, “Devrimci teori olmadan devrimci hareket olamaz”. Ancak aynı zamanda, devrimci hareketler ve bu hareketlerin deneyimlerinden öğrenilenler olmadan da devrimci bir teori olmaz.
Dolayısıyla, “Maoizm mi, Troçkizm mi?” sorusunu, ideolojik bir tercihin hangi temellerde yapılabileceğini ve yapılması gerektiğini açıklığı kavuşturmak için soruyoruz. Eğer okur, teorik saflık kaygısıyla ve devrimin ancak küresel olduğunda gerçekleşmesi gerektiği inancıyla kendini “temiz” tutmayı başaran bir komünizmi tercih ediyorsa, o zaman Troçkizm açık ara tek hakiki seçenektir: Ne de olsa Troçkistler, kaçınmamızı istedikleri sözde “Stalinizmlerin” başarısızlıklarına işaret ederek hiç devrimci başarısızlık geçirmemeleriyle övünebilirler -çünkü devrimci sürecin, yenilginin de söz konusu olabileceği o raddeye yaklaşma becerisini asla gösterememişlerdir. Ancak eğer okur, devrim yapmanın zor bir iş olduğunu, hatta başarıdan çok başarısızlığa gebe olduğunu kabul etmeye, bu başarısızlıkların ve başarıların nasıl sistematize edilebileceğini anlamaya ve bir sonraki dünya-tarihsel devrimine doğru yavaş fakat umutlu adımlarla ilerlemeye hazırsa, o hâlde tüm “safsızlığı” ve karmaşıklığıyla Maoizm, günümüz dünyasında tek geçerli komünist ideolojidir. Dünya sahiden de karmaşıktır ve biz devrime, kapitalist ideolojinin tüm kiriyle ve “bir kabus gibi üzerimize çöken” tüm tarihsel hatalarına bulanmış halde varırız. Bir sonraki sosyalist ufka ulaşmak, onlarca yıl süren, ilham verici ama nihayetinde başarısız halk savaşları gerektirebilir. Ama eğer denemezsek ve sonsuz bir bekleyişe saplanıp yalnızca ideal bir Marksizm’i korumaya çalışırsak, kapitalizmin vaat ettiği kıyamet bizi ezip geçecektir.
[reconstructioncommuniste.wordpress.com’da yer alan İngilizce orijinalinden Leman Meral Ünal tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir.]
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.