Bir dönemin, bir yenilginin muhasebesi, tarihsel ve sosyal bağlamından koparılmadan ideolojik, siyasal ve örgütsel içerikli makale ve eserlerle yapılır. Devrimcilerin bu konularda Marx’tan Lenin’e örnek alabilecekleri onlarca esaslı kaynak var
Kimileri 12 Eylül’le yüzleşmeden Kenan Evren cuntasıyla iş işten geçtikten sonraki hukuki bir hesaplaşmayı anlıyor. O da gerekli belki, ama esas önemli olan sosyalist solun kendi kendisiyle, faşist darbe karşısındaki hezimetiyle hesaplaşması. Aradan geçen 40 küsur yıla rağmen hâlâ buna dair derli toplu bir çalışma yapılmış değil, bundan sonra da yapılacakmış gibi görünmüyor.
12 Eylül muhasebesi ihtiyacını arada bir kurcalayarak en çok telaffuz eden, devrimci hareketin 1980 öncesi mücadelelerini ve yarattığı gelenekleri gözden düşürmekten ve sağa çekmekten yarar uman liberal sol. Tanıl Bora geçenlerde “muhasebe eksiğini giderme çabasının en şefkatli ve en acımasız mücahitlerinden biri”nin Sezai Sarıoğlu olduğunu yazdı. Yazara göre:
1970’ler solunun geçmişle yüzleşme ve 12 Eylül yenilgisinin muhasebesini yapma açığını, bir bakıma, -bazen gayrı ihtiyari, bazen bile isteye-, anılar ve söyleşiler gidermeye çalışıyor. O zamandan beri katlanarak genişleyen bir külliyat var önümüzde… Gerçi, iddiasız hatıra nakli de var bu metinler arasında, menkıbevari metinler de var; fakat zımnî bir muhasebe veya hesaplaşma gayretinin uç verdiği metinler de var. (Kurtuluş’un 9 cildi bulan yarı-resmi sözlü tarihi metinlerinin bir katmanı, budur. NotaBene’den yayımlanan, geçmiş dokümantasyonlarında ve oradaki editoryal katkılarda, usul usul bir Devrimci Yol muhasebesi yol alıyor.)[1]
12 Eylül’le yüzleşilmediğini, geçmişle hesaplaşılması gerektiğini hatırlatmakta ve bunu “anılar ve söyleşilerle gidermeye” çalışan “külliyat”ın yetersizliğini ima etmekte haksız değil Tanıl Bora. Gerçekten de bu yönde bazı kısmi girişimler, değinmeler, gayretler olmasına karşın, halen tatmin edici bir muhasebe yapılmadı.
Yalnız Tanıl Bora, Nasreddin Hoca’nın evde kaybettiği anahtarını evin dışında araması gibi, yüzleşmeyi yanlış yerde arıyor. Önümüzde “anılar ve söyleşiler” şeklinde “katlanarak genişleyen bir külliyat” olduğu doğru. “Kurtuluş’un 9 cildi bulan yarı-resmi sözlü tarih metinleri”ni ve NotaBene’den çıkan bazı kaynakları muhasebeye dahil etmesiyse değil. Zira ne Sezai Sarıoğlu yazıları ne Dipnot’tan çıkan Kurtuluş Kendini Anlatıyor serisi ne de Bora’nın “usul usul bir Devrimci Yol muhasebesi yol alıyor”dan kastettiği dokümanlar, 12 Eylül yenilgisinin muhasebesi ihtiyacını karşılayabilir. Bizce tersi doğru, geçmişle yüzleşme imajı yaratarak önünü tıkıyorlar.
İlk itirazımız, sebepleri ve sonuçlarıyla her yönden derinlemesine irdelenmesi gereken böylesine ciddi ve önemli bir konunun, anılarla, söyleşilerle geçiştirilmeye çalışılmasına. Eğer kendimize Marksist diyorsak ve gerek grubumuzu gerek şahsımızı sınırlı, köksüz kabullerle aklamak niyetinde değilsek, muhasebeye uygun düşecek biçim tarihsel materyalist analizdir. Marksist değerlendirme ve özeleştirinin tarzı budur. Bir dönemin, bir yenilginin muhasebesi, tarihsel ve sosyal bağlamından koparılmadan ideolojik, siyasal ve örgütsel içerikli makale ve eserlerle yapılır. Devrimcilerin bu konularda Marx’tan Lenin’e örnek alabilecekleri onlarca esaslı kaynak var. 1980 yenilgisi yanlarında çapça çok küçük kalsa da; 1848 devrimleri, Paris Komünü, 1905-1907 yenilgisi üzerine yazılanlar emsal alınabilir.
Bunu en iyi yapabilecek olanlar, daha doğrusu yapması gerekenler 12 Eylül dönemini damardan yaşayanlar, olan bitenden doğrudan veya dolaylı olarak sorumlu olanlar, hataları ve sevaplarıyla bu işin içinde yer alanlardır. Ki, bunu bugüne kadar ciddiyetle ele alıp bütün yönleriyle işleyenlere rastlamadık. Kurtarma sınavı gibi, seçilmiş yoldaşlarca tasarlanmış paslarla dolu, vaziyeti kurtarmaya matuf maksatlı sorular içeren, yer yer özeleştirel ifadeler içerseler de esas olarak en az kabulle işin içinden sıyrılmayı amaçlayan söyleşilere gelince, doğrulukları ve özelleştirellikleri tartışmalıdır.
Esasen anılar, biyografiler, söyleşiler, hatta tarihsel romanlar ele aldıkları konuları aslına uygun şekilde, gerçeğe bağlı kalarak işlediklerinde, onları kavramamızı, ayrıntılara nüfuz etmemizi sağlayacak tarihsel bilgi kaynaklarıdır. Ne var ki, bu tür anlatılar, sahici olanlardan geçmişi inkara ya da tersine, grubunu ve kendini yüceltmeye kadar uzanan geniş bir tayf oluşturduklarından tarihsel analizin yerini tutamazlar. İçlerinde son derece dürüstçe yazılmış bilgilendirici olanları da var, hiçbir işe yaramayan romantik ağlakları, mağduriyet edebiyatı yapanları, efsaneleştiricileri, inkarcıları da. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra yazılan anılar yüksek bir öznellik düzeyine açıktırlar; tür olarak abartmaya, yalana dolana, kurguya son derece yatkındırlar. Bu yüzden her birine temkinli yaklaşmak, titiz bir sorgulamadan geçirmek şarttır. Ne yazık ki bugüne kadar geometrik bir hızla artan anı, biyografi, söyleşi furyasının büyük çoğunluğu böyledir. Bu sakıncalarından hareketle eleştirel bir gözle okunmaları, kaynaklarla doğrulanmalarının ölçü alınması gerekir.
İlgili “külliyat”ın çoğunluğu, 12 Eylül yenilgisiyle yüzleşmekten çok, tarihsel materyalist bir muhasebeyi yanıltıcı, manipüle edici niteliktedir. Bu kategoridekilerin, kendi kusurlarını görmezden gelerek şecerelerini aklamaya ve ulu bir geçmiş yaratmaya çalışmaları, unutulanlardan ve istenmeyenlerden kalan boşlukları hayal gücüyle doldurmaya çalışmaları nedeniyle bilimsel tarih yazımı standartlarına bağlı kalmazlar. Niyet çoğu kez kendi örgütsel geçmişini ve arkalanan tarihsel figürleri haklı çıkarmak olduğundan, gerçeğe ulaşmak isteyen yarının araştırmacıları derin arkeolojik kazılar yapmak zorunda kalacaklardır.
Bu tür anlatıların bir faydası varsa, Marksist-Leninist bir okuma için bol miktarda doğru bilinen yanlış, düşünülmeden söylenmiş itiraflar içermeleridir.
Sorunun parçası olanlardan, çözümün parçası olabileceklerini ummak, olmayacak duaya âmin demektir.
Geçenlerde benim de içinde olduğum olayları anlatan 12 Mart dönemiyle ilgili bir kitap geçti elime. Adını vermeyeceğim. Şöyle bir göz gezdirdiğimde gayri ihtiyari ağzımdan çıkan ilk sözcük “rezalet” oldu. Ne kadar OdaTV ve Veryansın TV siteleri tarafından pazarlanırsa pazarlansın, yukarıda sözünü ettiğim anı-röportaj türünün en kötü örneklerinden biri olarak anılacaktır. Yüzlerce yanlış, eksik, kırpılmış, çarpık resmedilmiş, uydurma “bilgi”nin dökümünü yapmaya değmez. Hazırlayanı para kazanma peşinde olduğu anlaşılan polisiye anlatı özentili Aydınlıkçı bir ulusalcı.[2] Devrimci hareketin en radikal örgütlerinden TİKB’nin kökü sökülmüş, kendisine yer ayrılması karşılığında işbirlikçi rantiyerlerin de omuz vermesiyle, Aydınlık’a ve uzun yıllar onun manyetik alanından (hegemonyasından) çıkamamış Halkın Kurtuluşçularına monte edilivermiş. Alan memnun satan memnunsa, kişisel öykülerinde olmayan kahramanlık hikayelerini eşe dosta servis etmeye ihtiyacı olanlar varsa, “Hayırlı olsun, güle güle kullanın” derim. Ama zaten “Aktancılar” diye anıldığı için, hem ad olarak uygunsuz hem de soygun sonrasında nerede başlayıp nerede bittiği belirsizleşmiş “Basın Yayın Komünü”nü, “Ahbap çavuşlar tekkesi” olarak resmetmeniz, kendiniz bakımından da iyi olmamış.
Bir zamanlar sırt sırta verdiğim yoldaşlarımın anlattıklarından kendi adıma hicap duydum. Sonradan Osman ve Fatih’in yaptıkları yanında çocuk oyuncağı olan bir soygun şişirildikçe şişirilmiş, onunla da kalmayıp önce devlete sonra Aydınlık’a sığınan bir itirafçının da içinde olduğu, anlatıcıların kahramanlaştırıldığı bir “En kahraman Rıdvan” hikayesine çevrilmiş. Yanı başımızda 40 yıl boyunca sürüp giden bir ulusal özgürlük mücadelesi varken, insan böylesine ufak tefek şeylerle haddinden fazla övünmemeli. 70’ini aşmış adamlar kendilerini öyle bir anlatıyorlar ki, acaba bunlar benim tanıdığım eski yoldaşlarım mı diye şüpheye düşüyorum. Öylesine korkusuzlar ki, Kamo’nun, hatta Rambo’nun serüvenlerini okuduğunuz zehabına kapılıyorsunuz. Her yakalanışında çözülenler çözüldüklerinden hiç söz etmemişler, ama itirafçıları, 12 Mart sonrasının ve 12 Eylül döneminin Osman Yaşar Yoldaşcan ve Mehmet Fatih Öktülmüş gibi gerçek kahramanlık sembollerini kendi gölgeleri arkasında görünmez kılmışlar. Banka soygununun merkezinde olanların bazıları bir kenara itilirken, planlanmasından ve icraatından haberi bile olmayan sübyanlar ve bilumum akraba-i taallukat ortalara çekilmiş.
Bazıları 12 Eylül yenilgisinde payı olan üst mevkilerdekiler oldukları halde, hata ve kusurlarından hiç söz etmemişler. Bir kitap niçin yazılır? En basitinden tarihsel bir olguyu olumlu-olumsuz yönleriyle ortaya koymak, gelecek kuşakların bundan ders çıkarmalarını sağlamak için değil mi? Olayın kıyıcığında bile olmayan eşleri, kardeşleri, kayınçoları, akrabaları, ahbapları anlatmak yerine, oraya buraya, solcusuna futbolcusuna, önüne gelene para dağıtmayı iş edinip arkanızda salyangoz gibi belirgin izler bırakmanızın birkaç cümlelik özeleştirisine yer verebilirdiniz. Bunu yapmalıydınız. Biz yakalandıktan sonra paraları bir yere gömmeyi, ortalıkta az dolaşmayı, aranmayacağınız kentlere gitmeyi bile akıl edememişsiniz. Hani paraları işçi sınıfı içinde çalışma ve mücadele için kullanacaktık? Aceleniz neydi de, bir bildiri bile dağıtmamışken, Bağdat Caddesi’nde Divan pastanesini işletmeye, ev almaya kalktınız? Paradan para kazanmaya çalışmak nasıl bir zihniyettir. Bunun övünülecek neyi var? Gençlik ve deneyimsizlik nedeniyle amatörlük bir yere kadar hoş görülebilir, ama yaptıklarınız bu kadar da olmaz ki denecek cinsten. İnsan hiç olmazsa bir miktar da hatalarından, çıkardığı derslerden söz eder.
[1] https://birikimdergisi.com/haftalik/11760/78-kusagi
[2] Bana röportaj önerdiğinde iki defa kesin bir dille reddettim. Zira kökümüzün sökülüp ulusalcı sola monte edileceğini ve pazarlama konusu yapılacağını biliyordum.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.