Bu dava, köylüler arasında gerçekleşen silahlı çatışma sonucu işlenmiş bir cinayet dosyası olarak değil, mitolojik efsanelere dahi konu olan yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle eşsiz bir doğal alanın yüzde 70’ine verilen maden ruhsatlandırmasına, gözü dönmüş sermaye şirketlerine karşı açılmış “ekolojik bir savaşın” davası olarak görülmeli, sahiplenilmelidir
Altın Post ya da Altın Pösteki, Yunan mitolojisinde zenginliği ve iktidarı sembolize eden postun adıdır. Phrixus ve kız kardeşi Helle, Boeotya Kralı Athamas’ın çocuklarıdır. Karısı Nephele öldükten sonra üvey anneleri Ino çocuklara tahammül edemez ve tuzak kurarak tarlalara zararlı maddeler döktürüp ürünlerin zarar görmesini sağlar. Kral bu beladan nasıl kurtulacağını sordurmak için danışmanlarını Delfi’ye kutsal rahiplere gönderir. Kraliçe danışmanlara rüşvet vererek çocukların kurban edilmesi yanıtını krala vermelerini sağlar. Çocuklarını kurban etmek üzere yakınlardaki dağa götürür, bu arada olup biteni cennetten seyreden öz anneleri Nephele tanrılardan çocuklarını korumak için altın postlu bir koç kurban (Aries) yollamalarını diler.
Koç onları almaya gelir ve sırtına alarak Anadolu’ya doğru uçmaya başlar. Ne yazık ki Çanakkale Boğazı’nın üzerine geldiklerinde küçük kız Helle aşağıya düşer. Antik Yunanistan’da Çanakkale Boğazı’nın Hellespont olarak adlandırılmasının sebebi bu mittir. Phrixus yoluna devam eder, koç onu güvenli Kolkhis (Lazların yaşadığı yer) diyarında bırakır. Phrixus koçu Zeus’a kurban ederek koçun altın postunu Lazların Kralı Güneş Tanrısı’nın oğlu Aietes’e sunar. Aietes de Altın Post’u Ares Korusu’ndaki kutsal bir meşe ağacına asar. Post ağacı saran ve hiç uyumayan devasa Kolkhis Ejderhası tarafından korunmaktadır. Rivayet odur ki 19. yüzyıla kadar koyun postlarıyla Kolkhis’in derelerinde altın aranmaya devam edilmiştir.
Bugün ise altın ve değerli madenler açısından zengin Kolkhis’in ormanlarını savunurken katledilen Reşit Kibar’ın duruşması için Artvin yollarındayız.
Altın Post’u meşe ağacına asan Aietes
Uçakta şanlıysanız cam kenarından Kaçkarların heybetini, Karçal, Kalkanlı, Yalnızçam ve Kükürt Dağlarının hızla kıyıya doğru keskin alçalışını görünce bu coğrafya üzerinde deniz üstünde süzülen bir uçağın tam olarak nereye ineceğine dair şüpheye kapılırsınız. Dolgu alana yerleştirilmiş Rize-Artvin Havalimanı’na iniş yapıp AKP dönemi estetik anlayışının en özgün örneklerinden çay bardağı şeklindeki gözlem kulesini görüp garipsersiniz. Sonra eğer alışkın değilseniz içinize çektiğimiz tertemiz havanın nem oranı sizi biraz rahatsız eder. Ardından kalacağınız yere geçerken yemyeşil doğasına hayran kalarak sadece etrafı izler, bu kadar güzel bir yere nasıl kıyılır ki diye düşünürsünüz. Bunları düşünürken kaldığınız süre boyunca bölge halkından dinleyeceğiniz hikayeler sizi daha da şaşırtacaktır. Artvin’in sınır illerimizden olması, Kafkas coğrafyasına açılan kapılarından biri olması bölge halkının da bu kültürel, sosyal, ekonomik geçişten etkilenmesine sebep oluyor. Tabii sadece bunlar değil, bu coğrafyanın büyük acılarını da kayıplarını da bugüne taşıyor. Artvin’de hangi kapıyı çalsak, her ailede tarihsel savaşlardan, sürgünlerden kalan kayıplara, ölümlere rastlıyoruz. Kaçkarların sert coğrafik yapısı insanların hayat öykülerini de karakterlerini de ölümlerini de sertleştirmiş. Dinlediğimiz öykülerin acısı karşısında beraber hüzünlensek de bir halkın bunlarla baş etme kapasitesine hayran kalmadan edemiyoruz.
Tam olarak böyle bir coğrafyada işlendi Reşit Kibar cinayeti.
Olay öldürülen köylü Reşit Kibar’ın adıyla anılsa da orada bulunan, ağaç kesimine itiraz eden altı köylünün üzerine ateş açılan toplu bir katliam teşebbüsü aslında. Bu yüzden de sadece olay yerinde bulunanlara değil Cankurtaran Ormanı’nı savunan tüm Çifteköprü köylülerine ateş edildiği bir durum söz konusu. Cinayet sonrası yaşanılanları çok anlattık ama yine de bilmeyenler için buraya bırakıyorum.
Tetiği çeken Muhammet Ustabaş’ın azmettiricisi Fikret Merttürk hâlâ tutuklanmadı. Proje şirketi Yapısoy Beton’un dosyada adı dahi geçmezken şirket sahibi Yunus Merttürk ve cinayete dair suç ortaklığıyla adı sık sık anılan Artvin AKP milletvekili Faruk Çelik ifadeye dahi çağrılmadı. Cinayet henüz işlenmeden olay yerine gelen jandarma istihbarat görevlilerinin saldırgana müdahale etmedikleri görüntülerle sabit olmasına rağmen jandarma personeli hakkında hâlâ bir soruşturma yürütülmedi. Yerel idarenin, kolluk kuvvetlerinin, savcılığın bilgisi dahilinde olan köylüler ve yağmacı şirket arasında yükselen gerilime bir köylünün hayatına mal olacak şekilde yol verildiğini şahit oluyoruz bu dosyada. Devlet ve sermayenin yerel unsurlarının elbirliğiyle, ekolojik yağma sermaye işleyişi için yaşamsal olduğunda ormanını, deresini, toprağını savunan insanlara yönelik saldırılarının alabileceği biçimleri bir kez daha görmüş olduk. Aynı Aysin ve Ali Ulvi Büyüknohutçu cinayeti gibi…
Duruşma gününe gelirsek soruşturma süreci etkin yürütülmeyen ekolojik-toplumsal bir cinayet dosyasının ilk duruşması 18 Nisan’da görüldü. Duruşma için adliyeye gittiğimizde Çifteköprü köylüleri kendi gelecekleri ve Reşit Kibar’ın ailesini yalnız bırakmamak için duruşma salonunun önünü tamamen doldurmuştu. Tabii Doğu Karadeniz’in birçok il ve ilçesinden yaşam alanlarını HES’lere, altın madenciliğine, sondaj kuyularına karşı savunan insanların oluşturduğu bir kalabalık da adliyenin dışında beklemekteydi. HES’lere karşı mücadele eden Metin Lokumcu’nun Hopa’da devletin kolluk kuvvetleri tarafından katledilişinden sonra; Artvin’in hatta Doğu Karadeniz’in bu denli toplumsallaşmış yegane cinayet dosyasının görüleceği bir duruşmaydı sonuçta görülecek olan. Duruşma salonunun küçüklüğü sebebiyle dosyanın muhatabı Çifteköprü köylüleri, bölge halkı salona sığmamıştı. Duruşmanın halkın, muhatapların katılımına açılması talebimiz mahkeme heyeti tarafından uygun görüldü ve kentte bulunan daha büyük bir konferans salonu 30 Mayıs günü görülecek duruşma için tahsis edildi.
Bu dava, köylüler arasında gerçekleşen silahlı çatışma sonucu işlenmiş bir cinayet dosyası olarak değil, mitolojik efsanelere dahi konu olan yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle eşsiz bir doğal alanın yüzde 70’ine verilen maden ruhsatlandırmasına, gözü dönmüş sermaye şirketlerine karşı açılmış “ekolojik bir savaşın” davası olarak görülmeli, sahiplenilmelidir. Doğu Karadeniz’in derelerini yok etmekle doymayanlarla, dağlarını ormanlarını da delik deşik etmeye devam edenlerle yaşanıyor bugün bu savaş. Bölge halkının yaptığı yalnızca bir ekosistemin yok oluşuna karşı bir direniş değil, toprağın yoksullaşması anlamına da gelen bu saldırı dalgası karşısında; aynı zamanda üretici konumunda olan köylülerin de yerinden edilme tehdidine karşı, geçim kaynaklarının ellerinden alınmasına karşı bir direniş.
Bu duruma ekolojik savaş diyoruz; çünkü sadece Artvin ya da Doğu Karadeniz bölgesinde değil, Türkiye’nin bugün her karış toprağı ve Küresel Güney’in doğal alanları uluslararası sermayenin sömürüsüne açılmış durumda. Bugünün emperyalist savaşları sadece toplarla tüfeklerle değil, ekolojik sömürgecilik üzerinden de şekilleniyor. Tüm küreye yayılmış ekolojik yağmacı projeler ile yalnızca üreticiler değil, küresel meta zincirindeki her halka yoksullaştırılıyor.
Doğasını ve topraklarını savundukları için 2002 ile 2017 yılları arasında 50 ülkede 1.558 kişi öldürülüyor. Bu sayı, aynı dönemde savaş bölgelerinde aktif görevdeyken öldürülen Birleşik Krallık ve Avustralya silahlı kuvvetleri mensuplarının sayısının iki katından fazladır ve 2001 yılından bu yana Irak ve Afganistan’da öldürülen ABD askerlerinin sayısının neredeyse yarısı kadardır.[1]
Bu sayısal veriler 21. yüzyılın savaş politikalarını, silahın kimlere doğrultulduğunu gösteriyor. Savaşlarda devlet şiddeti sadece “teröristlere”, “düşmana” yöneltilmiyor. Kendi halkına düşman bir sermaye iktidarında savaş; ezilenlerle, köylülerle, işçilerle, kadınlarla, üniversitelilerle sermaye şirketleri arasında da yaşanıyor. Devlet ve sermaye açısından savaş koşulları etkin olduğunda ise bugün kendi köyünün toprağını, ağacını savunan Reşit Kibar öldürülebiliyor, daha iyi bir gelecek için sokağa çıkan üniversiteliler işkence ile tutuklanabiliyor.
Şirket, Cankurtaran Ormanı’nda iş makineleriyle ağaç kesimine başladığı esnada Reşit Kibar ve köylüler bölgeye gidene kadar geçen zamanda bir ağacı sökebiliyor ancak. Bizim 19 Nisan günü olay yerine ziyaretimizde birçok ağacın kesilmek üzere işaretlendiğini, bir tanesinin de güçlü kökleri ile öylece devrik biçimde “cinayet mahallinde” yattığını gördük. Bilmeyenler için ağaçlar kesildikten ya da kendiliğinden devrildikten sonra bile çok uzun yıllar yaşamaya, ormandaki en az 300 canlıya yaşam sunmaya devam ederler. Şirketin kesmeyi “başarabildiği” tek gürgen ağacı da ormana can suyu olmaya, direnmeye ve yaşatmaya devam ediyor. Reşit Kibar’ın ve Çifteköprü köylülerinin haklı direnişinin onurunu sürdürürcesine orada duruyor.
Bu savaşta Aietes’in kutsal meşe ağacına sardığı “altın postu” korumaya devam edelim.
* Esma Çağlak, Reşit Kibar davası avukatlarından
[1] Şiddetin tedarik zinciri – Nathalie Butt , F. Lambrick, M. Menton ve A. Renwick (https://sendika.org/2024/09/siddetin-tedarik-zinciri-nathalie-butt-f-lambrick-m-menton-ve-a-renwick-711367)
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.