Devletin iki deprem karşısındaki refleksleri arasında önemli farklar da var. Bu farklar siyasi rejimin 21 yıllık AKP iktidarı altında İslami faşizm doğrultusunda geçirdiği dönüşümden kaynaklanıyor
6 Şubat depreminde Hatay’da kaybettiğimiz Eylem Şafak Aydın’ın anısına
6 Şubat depremiyle ilgili tartışmalarda “deprem değil kapitalizm öldürür” ifadesi çokça kullanıldı, aynı ifade 1999 Marmara depremi için de kullanılmıştı. Bu ifade doğru olmakla birlikte meselenin devlet boyutunu içermiyor. Konuyu devlet üzerinden ele alan yazılarda ise “devlet ortalıkta yoktu” ya da “devlet enkaz altında kaldı” gibi ifadelere rastlanabiliyor. Oysa Kemal Can’ın Marmara depremi için kullandığı şu ifade meselenin özünü yansıtıyor ve 6 Şubat depremi için de geçerliliğini koruyor: “Devlet, hep oradaydı ve enkazın altında kalmadı. Zaten, “devlet” bu demek: “Enkaz yaratıp altında kalmayan şey”. İnsanlar enkazların altında kalır: Bu, bir devletin enkazı olsa bile. (Tıpkı, kamyona çarpan bir başka araba ve içinde ölenler de insan olduğu gibi.)”[1] Buradan yola çıkarak şunu söylemek mümkün: Depremlerde sadece kapitalizm değil devlet de öldürüyor. Ancak 1999 depremindeki devlet ile 2023 depremindeki devlet arasında önemli farklar var. 1999 depreminde afeti katliama dönüştüren devlet, “neoliberal güvenlik devleti” veya “neoliberal otoriter devlet” kavramlarıyla nitelendirilebilir. 6 Şubat depreminde ise neoliberal otoriterliğin ötesine geçerek yeni tür bir İslami faşizme evrilen bir devlet karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla her iki depreme devletin müdahale biçimindeki ortaklık ve farklılıklar, bize aynı zamanda AKP’li yıllarda siyasal rejimin dönüşümü hakkında ipuçları veriyor. Bu yazıda devletin 1999 ve 2023 depremlerine verdiği tepkileri karşılaştırarak siyasal rejimdeki süreklilik ve kopuşları ortaya çıkarmaya çalışacağım.
Eylem Şafak Aydın (sağda), annesiyle birlikte.
Öncelikle her iki depremde de ortaya çıkan felaketin doğal değil politik olduğunu belirtebiliriz. Her iki depremde de kâr hırsıyla hareket eden müteahhitlere karşı yeterli önlem almayan hükümetler afeti katliama dönüştüren politik aktörlerdi. “Devlet nerede” sorusu her iki depremde de soruldu ve her ikisinde de cevap aynıydı: Devlet başından beri oradaydı, ancak afete yanıt vermekte yetersiz, yasaklar koyma konusunda ise fazlasıyla aktifti. Bu durum, azalan sosyal harcamalar yanında genişleyen güvenlik bütçelerinin damgasını vurduğu tüm neoliberal otoriter devletlerin ayırt edici özelliği olarak karşımıza çıkıyor. Bu noktada 1999 depremi ile ilgili şu sözler, 2023’te duyduğumuz sözleri anımsatıyor: “Bu kadar sert ve acımasız koşullarda devletin gelmediğini, gelemediğini gördüler. Ne hükümet ne valilik ne belediye ne ordu. Devlet ondan sonraki günlerde de gelmedi. Sadece yağmayı önlemek için İzmit, Bosna, Ankara, Çark ve Sakarya caddelerine ve bu caddelere açılan sokaklara askerler yerleştirildi.”[2] İki deprem arasındaki bir başka çarpıcı benzerlik ise özellikle dış yardımlar konusunda devletin milliyetçi tepkileri oldu. 1999 depreminde dönemin Sağlık Bakanı Osman Durmuş Yunanistan ve Ermenistan’ın yardımlarını kabul etmemişti. Ermeni kurtarma ekipleri Türkiye’ye sokulmamış, Yunan dondurucularına giriş izni verilmemişti. Durmuş’un bu durumu açıklarken kullandığı “Yunan kanı istemiyoruz!”, “Stratejik bölgelerimize herkesin elini kolunu sallayarak girmesine izin verebilir miyiz?” gibi sözleri tepki çekmişti.[3] Devlet 2023’te de dış yardımlara benzer tepkiler verdi. Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nden gelen iş makineleri üç gün bekletildi, Yunanistan’dan arama kurtarma için gelen üç kişi gözaltına alındı. AKP yanlısı TV kanallarında sadece Türki ve Müslüman cumhuriyetlerden gelen yardımlardan bahsedilerek teşekkür edildi.
Buraya kadar her iki depremde devletin reflekslerindeki benzerliklerden söz ettim. Ancak devletin iki deprem karşısındaki refleksleri arasında önemli farklar da var. Bu farklar siyasi rejimin 21 yıllık AKP iktidarı altında İslami faşizm doğrultusunda geçirdiği dönüşümden kaynaklanıyor. 1999 depreminde DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti iktidardaydı. Ordunun devlet hiyerarşisindeki statüsü yüksekti ve otoriter laik bir yönelimi vardı. 28 Şubat süreciyle İslamcı sermayenin gücü dizginlenmişti ve TÜSİAD merkezli Batı yönelimli büyük sermaye, kapitalist sınıf içindeki baskın fraksiyonu oluşturuyordu. Özetle otoriter laik yönelimli bir neoliberal güvenlik devleti vardı. 2023’e geldiğimizde ise bir yandan neoliberal otoriterlik derinleşerek siyasallaşırken, AKP iktidarı siyasal İslamcı projesi doğrultusunda Batı yönelimli büyük sermayeden görece özerkliğini artırarak yeni bir iktidar bloğu yaratma yolunda epey mesafe kat etmişti. Bu süreçte inşaat sektörü ve mülksüzleştirme yoluyla birikim de yeni bir anlam kazandı. 1999’da inşaat sektörü kolay yoldan ekonomik büyüme için kullanılan bir mekanizma iken 2023’e gelindiğinde aynı zamanda İslamcı sermayeye servet transferi mekanizmasına dönüştü. Benzer şekilde 1999’da mülksüzleştirme genel olarak sermayeye kaynak aktarma mekanizması olarak işlerken, 2023’e gelindiğinde İslamcı sermayeyi güçlendirme aracına dönüştü. Bu süreçte devletin iç hiyerarşisi de değişti, Diyanet’e ve askeri harcamalara ayrılan bütçe artarken afet yönetimine ayrılan bütçe %0,5’e düştü. İşte 6 Şubat depremi bu koşullar altında gerçekleşti ve 21 yılda devletin zor aygıtlarında (özellikle ordu, MİT, Jandarma Özel Harekât) ve ideolojik aygıtlarında (özellikle medya, sivil toplum kuruluşları ve dini kurumlar) meydana gelen dönüşümleri açığa çıkardı. Zor aygıtları arasında Jandarma Özel Harekât gibi tümüyle siyasallaşmış güvenlik güçleri ortaya çıktı ve deprem bölgelerinde ölçüsüz şiddet ve müdahalede bulundu. İdeolojik aygıtlar arasında Diyanet öne çıkarak depremle ilgili her konuda çeşitli fetvalarla söylem üretti ve depremin kader olarak algılanmasını kolaylaştırdı. Depremden sonra üniversite eğitimine ara verilirken Diyanet çadır kentlerde Kuran kursları açtı, yaz aylarında da depremzede çocuk ve gençler için yatılı Kuran kursları düzenledi. Ayrıca yeni siyasal rejime özgü bir biçimde bölgedeki belediyelere kayyum atanmış olması, yan illerden gelebilecek yardımları engelledi. Ordu, STK’lar ve medyanın dönüşümüne ise biraz daha ayrıntılı bakmakta yarar var.
Her iki depremde de ordunun gerekli etkinlikte hizmet vermediği yönünde eleştiriler geldi. Ancak bu eleştirilere verilen yanıt farklıydı. 1999’da Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu eleştiriler karşısında “28 Şubat sürecinin bitmediğini” ve bu şartlarda “gerekirse bin yıl bile” süreceğini söylemişti.[4] Bu yolda yazılar yayınlayan yabancı basın teşhir edilirken aynı zamanda “orduyu karalama” kampanyasını içeride yürüten laiklik karşıtı güçlere dikkat çekilmişti. 2023’te ise ordunun tepkisi daha farklıydı. Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar eleştirilere şu sözlerle yanıt verdi: “Uzaktan böyle ahkâm kesmekle olmuyor. Hududu kim koruyacak, Suriye’de kim kalacak? Suriye’yi mi boşaltacağız, Irak’ı mı boşaltacağız?”[5] Bu sözler, devletin bir savaş makinasına dönüşüp afet yönetimi gibi işlevlerden uzaklaştığını gösteriyordu. 2013’te ordu, sınır güvenliğini Jandarma’dan devraldı. AKP açısından bu durum olası bir darbeyi savuşturmak açısından avantajlıydı çünkü askerleri başkentten uzak tutuyordu. 2016’dan sonra ise ordunun çoğunluğu sınır ötesi operasyonlara katıldı, geri kalanı güney sınırına konuşlandırıldı. AKP, askeri operasyonlar, askeri iş birliği ve askeri üsler gibi farklı mekanizmalarla Azerbaycan’dan Suriye ve Irak’a, Libya’dan Somali’ye uzanan geniş bir coğrafyada askeri varlığını artırdı ve çeşitlendirdi. Bu yönelimde, hem yeni döneme özgü emperyalistler arasındaki hegemonya savaşlarının yarattığı fırsatları kullanma arzusu, hem de hükümet yanlısı sermaye grupları için yeni birikim alanları yaratma hedefi ön plandaydı.
Öte yandan her iki depremde de ordunun müdahalesi yetersiz olmakla birlikte 1999 depreminde ordu çok daha güçlü tepki vermişti. 1999’da TSK ilk 48 saat içinde seferber oldu, sahra hastaneleri, çadır kentler ve seyyar mutfakları işletmek için 65.000 personel görevlendirdi ve 10.528 kişiyi enkazdan kurtardı. 2023’te ise TSK, 72 saati çoğunlukla izleyerek geçirdi, yalnızca 7.500 personel görevlendirdi ve yalnızca 327 kişiyi kurtardı. Bunun birkaç nedeni vardı. Birincisi Erdoğan, orduyu AKP’nin kontrolü altına almak için bileşimini ve statüsünü değiştirmişti, 2000 yılından itibaren binlerce subayın görevden alınması ve hapse atılmasıyla TSK ikiye bölünmüştü. 2019 tarihli yeni askerlik yasası, zorunlu askerliği kısalttı ve bedelli askerliği genişletti. Ordu, askere alınanlardan ziyade tam zamanlı askerlerden oluşan daha küçük, daha profesyonel bir güç haline geldi. Böylece sınır ötesi operasyonlarda politik olarak daha kolay kontrol edilebilir, ancak ülke içi kamusal hizmetlerde daha işlevsiz bir kuruma dönüştü. 2009’da İçişleri Bakanlığı bünyesinde AFAD’ın kurulmasıyla TSK doğal afetlerdeki sorumluluklarının çoğunu AFAD’a devretti. Erdoğan’ın 2016 darbe girişiminden sonra askeri hastaneleri Sağlık Bakanlığı’na devretmesiyle de TSK’nın saha hekimliği kapasitesi ortadan kalktı. Son olarak, Erdoğan ordunun afet bölgesinde bulunmasının halk içindeki prestijini artıracağından ve kendisinin ordu üzerindeki kontrol tekelini baltalayacağından korktu ve son on yılda orduya duyulan toplumsal güvendeki azalmayı olduğu halde bırakmayı tercih etti.[6]
Her iki depremde de devletin STK’lara karşı güvensizliği belirgindi. 1999 depreminde devlet, STK’ları devletin yetersizliğini ortaya koyan tehlikeli alternatifler olarak algıladı.[7] Yardımların doğrudan depremzedeye dağıtılmasını yasakladı, tümünün kendisinde toplanmasını istedi. Yurtdışından gelen yardımları bürokratik engellerle kendi elinde toplamaya çalıştı. Yardımlarını sivil toplum kuruluşları aracılığıyla ve depremzedeye dolaysız iletilme koşuluna bağlayan yabancı kurumlar örneğin Alman Sendikalar Birliği özel ilişkilerini kullanarak yasağı delmenin yollarını aradılar. STK‘lar arasında ayrım yapıldı. Bir dağ arama kurtarma derneği olan AKUT, genç üniversitelilerin kurduğu kentli laik bir STK olarak algılandı ve desteklendi. 6 Şubat depreminde ise devletin STK’lara yönelik düşmanca tutumu farklılaştı. Bu kez devletin tepkisi laik STK’lara dönüktü. Devlet Bahçeli’nin şu sözleri bu tepkinin tipik örneğiydi: ““Devletin yapamadığı, yatıştıramadığı ve yetişemediği ne vardır da Ahbapçılar ve Babalacılar akbaba gibi kanat çırpmaktadır“.[8] AKP iktidarı bir yandan sol sosyalist laik gönüllülerin yardım çalışmalarını engellerken başta İsmailağa Cemaati olmak üzere tarikatlara alan açtı. Çeşitli cihatçı örgütler ve tarikatlar Anadolu Ajansı aracılığıyla depremle mücadele eden STK’lar olarak gösterildi. Bunların arasında en dikkat çekeni Menzil cemaatine bağlı Beşir Derneği ve Sağlık Bakanlığı’ndaki teşkilatlarıyla öne çıkan cihatçı grupların paravanı olduğu bilinen İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı (İHH) idi. AKP yanlısı haber kanalları bölgeden yaptığı yayınlarla bu grupların reklamını yaptı. Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın da bu dini yapılara teşekkür etti.
Her iki depremde de medya taraflı bir rol oynadı, ancak bu farklı şekillerde gerçekleşti. 1999 depreminde dönemin siyasal rejimine uygun olarak ikinci haftadan itibaren “askerlere yakın” gazeteciler bölgeye sürüldü ve “canlı yayın konuklarının rütbesi de yükselmeye başladı.”[9] Medya fahri savcılık görevini yerine getirdi. Suçlular birer birer tespit edildi ve ifşa edildi. Böylece bu kararların arkasında çok daha büyük bir suçlu ordusunun olduğu saklandı. 6 Şubat depreminde ise bu kez AKP’ye yakın muhabirler bölgeye götürüldü, muhalif gazeteciler ise engellendi. Ve yine 1999 depreminde olduğu gibi suçlu olarak gösterilen birkaç müteahhit asıl suçlular ordusunu gizlemek için kullanıldı. Ancak bu kez medyanın rolü rejim açısından çok daha kritikti. Seçim atmosferine girilmişti ve insanların hayatını kurtarmaktan çok Erdoğan ve rejimin imajını kurtarmak önemliydi. Bu amaçla İletişim Başkanlığı en aktif devlet kurumlarından biri haline geldi. Depreme gerekli yanıtı vermek için gereken stratejik devlet kapasitesinin yokluğunda, Erdoğan’ın afet yönetimi, hükümete karşı yaygın kolektif öfkeyi soğurarak kitleleri pasifleştirme stratejisine yöneldi.[10] Medya kuruluşları, RTÜK’ten, yerel halkın hoşnutsuzluğunu dile getirmesini engellemeleri ve kurtarma operasyonlarına ve olumlu insan hikayelerine odaklanmaları gerektiğine dair direktifler aldı. Özellikle depremin ardından ikinci haftada televizyonda sürekli olarak mucizevi kurtarma haberleri yayınlandı. Mucizeler bittiğinde ise, medya kuruluşlarından afet öncesi yayın programlarına geri dönmeleri istendi.
Son olarak 1999 ve 2023 depremi karşılaştırmasında ilginç bir kurumsal dönüşüm örneği olarak Kızılay üzerinde durulabilir. Kızılay her iki depremde de yetersiz bulundu. 1999 depreminde Kızılay üzerine söylenen şu sözler ilginçti: “Kızılay başkanı haklı olarak eleştirildi. Kurumun içinin nasıl boşaltıldığı anlatıldı. Ama kimse yıllardır Kızılay’ın yardım faaliyetlerinden daha çok istihbarat elemanlarının istihdam merkezi olduğunu gündeme getirmedi. Batılı ülkelerin bazı STK’larını istihbarat amacıyla kullandığını bilen Türkiye’nin bu işi bile bir devlet kuruluşuna, Kızılay’a yükleyip yurt dışında kullandığı biliniyor. Kızılay için bilgi toplayan elemanların çadır kurmayı bilenlerden daha önemli olduğu depremde ortaya çıktı. Ama depremde toplanacak istihbarat herhalde ölü sayısının gerçek olup olmadığının saptanmasıydı.”[11] Dolayısıyla o zaman da Kızılay kendi işlevleri dışına çıkmakla eleştirilmişti. Bir diğer benzerlik de Kızılay’ın o dönemde de kâr odaklı davranmasıydı. Kızılay Derneği Yalova Şube Başkanlığı’nın, depremde hayatlarını kaybeden depremzedelerden, kefen için 9, tabut içinse 25 milyon lira aldığı ortaya çıkmıştı. 2023 depreminde ise Kızılay, mağdurlara anında ve ücretsiz olarak göndermek yerine binlerce çadırı AHBAP’a sattı. Kızılay, 2009’da tüzük değişikliğine giderek, yardım faaliyetlerinde kullanılabilecek kâr elde etmek için şirketler kurmasına olanak sağlamıştı. Bu durum genellikle Kızılay’ın şirketleştiği vurgusuyla ele alındı. Siyasi rejimin dönüşümü açısından daha kritik olan yönü ise yeni iktidar blokuna kaynak aktarma mekanizması olarak gördüğü işlevdi. Zira tüm yöneticiler AKP yanlısıydı ve daha önce adı geçen İslami STK’lar ve tarikatlarla koordineli çalışıyordu. AFAD da yeni siyasi rejim açısından özel bir işlev üstlendi. Erdoğan’a yurtiçinde ve yurtdışında desteği artırmak için tasarlanmış din temelli yardım kuruluşları ağının bir parçası oldu. Kızılay ile birlikte 50’den fazla ülkede insani yardım programları yürüterek, etki alanındaki Müslüman ülkelere yardım ederek, Erdoğan’ın Türkiye’yi dünyanın “en cömert milleti” olarak gösterme hedefine hizmet etti. Dolayısıyla hem Kızılay hem de AFAD afet yönetiminden çok yeni siyasi rejime geçişin araçları olarak kullanıldı.
Peki insanları enkaz altında bırakan rejimin kendisi neden seçimlerde enkaz altında kalmadı? Bunun bir dizi nedeni var. Birincisi, Türkiye toplumu zaten yıllardır iki kamp – “iki ulus” halinde kutuplaşmış durumdaydı ve AKP seçim süreci boyunca diğer kamptan aldığı oyları artırmaktansa kendi destek tabanını sağlamlaştırmakla ilgilendi. Depremden sonra AKP, Türk ve Sünni nüfuslu bölgelere diğer bölgelere göre daha fazla yardım gönderdi. Böylece, hükümetin depreme tepkisi muhalefet seçmenlerinde öfke uyandırırken, çekirdek AKP seçmenlerini aynı derecede etkilemedi. İkincisi, AKP iktidarı depremzedelere başkalarından gelen bütün yardımların devlet eliyle gönderildiği imajını verdi. Adıyaman Barosu Genel Sekreteri bu durumu şöyle açıklamıştı: “Yardım eli uzatılırken, ‘Veren el gözükmeyecek’ şekilde hareket edildi. Veren el gözükmeyince vatandaş şunu düşündü: ‘Bu yardımı bize devlet gönderiyor.’ Biz bilseydik ilk günden itibaren Adıyaman Barosu’nun yaptığı yardımlarda devletin hiçbir katkısının olmadığını açıklayarak dağıtırdık.”[12] Üçüncüsü, yardım çalışmaları boyunca AKP iktidarı, Erdoğan ve rejimin imajını kurtarmak için MİT ve Diyanet ile işbirliği içinde oldukça etkili bir psikolojik etki operasyonu yönetti. Televizyonlarda dini temaların öne çıkması agresif bir şekilde teşvik edildi ve kameralar, enkaz altında kalan insanları çıkartan kurtarma ekiplerini çekerken dikkat çekici bir şekilde tekbir getirildi. Bu tekbir getirme gösterileriyle laik siyasi muhalefet blokunda eleştirel bir tepki yaratılması hedeflendi, bu da Erdoğan’ın elini güçlendirecekti. Gerçekten de laik bloktan öfkeli tepkiler almak için dini sloganların sergilenmesi, Erdoğan’ın İslami tabanını sağlamlaştırmasına yardımcı oldu.[13] Dördüncüsü göçmen karşıtı Ümit Özdağ ve Zafer Partisi halkın öfkesini depremden etkilenen bölgeleri yağmalamakla suçlanan Suriyeli ve diğer göçmen gruplara yönlendirmek amacıyla seferber edildi. Beşincisi Erdoğan, kentlerin bir yeniden yapılanma hamlesiyle bir yıl içinde yeniden inşa edileceğine söz verdi. Bu vaat, seçmenlerini yalnızca Erdoğan’ın hayatlarını deprem öncesi normale döndürebileceğine ikna etmekle kalmadı, aynı zamanda yeniden yapılanma planları onlara daha fazla servet aktarımı sağlayacağı için AKP yanlısı sermayedarların da desteğini aldı. Son olarak, deprem bölgelerindeki toplu yaşam alanları tel örgülerle çevrildi ve resmi görevliler dışında kimsenin bu alanlara girmesine izin verilmedi. Bu kampların dışında kalmayı tercih edenlere hizmet götürülmedi. Depremzedeler, zaten birer iktidar temsilcisi olan ve siyaseten de öyle davranan bu resmi görevlilerle baş başa kaldılar. Bölgede bir ‘seçim gündemi’ bile olmadı. Hakkı Özdal’ın deyişiyle seçim süreci boyunca sahada “siyasal olarak, neredeyse yalnızca ve bütün cüssesiyle ‘devlet’ vardı.”[14]
Depremden sonra yeniden inşanın egemenler eliyle “kent-ekoloji-kültür-bellek kırımı”na[15] dönüşmemesi için sürecin yönetimine yerel-toplumsal taban örgütlenmelerinin ve bilim insanlarının katılması gerektiği açıktı. Ancak AKP iktidarı depremden hemen sonra OHAL kapsamında ilan edilen kararnameler ile bu katılımın mekanizmalarını baştan yok etti. Depremzedelerin mülkiyet hakları üzerinde her türlü tasarrufta bulunmak; ormanların, kıyıların, tarım arazilerinin ve meraların vasfını değiştirerek imara açmak; deprem bölgelerindeki iskân ve imarla ilgili tek yetkili olmak gibi güçleri kendi elinde toplayarak katılımcı bir yeniden inşanın önünü kesti.Mülksüzleştirme yoluyla el koyduğu arazilerde hızla inşaatı başlatarak depremi yeni iktidar blokuna sermaye transferi açısından fırsata dönüştürdü. Bu süreç yeni yasal düzenlemelerle derinleşerek devam ediyor. Bu durumda halkçı bir yeniden inşanın ancak siyasal rejimin yeniden inşasıyla mümkün olduğu açık; bu ise uzun soluklu bir mücadeleyi gerektiriyor. Devletin enkaz yaratıp altında kalmadığı bir toplumda kısa vadede atılabilecek en anlamlı adım ise felaket kapitalizmine ve “neoliberal umursamazlığa”[16] karşı dayanışma ve ütopyayı canlı tutmak. Deniz Yükseker ve Uğur Tekin’in dikkat çektiği gibi deprem özelinde bu ütopya “bakım toplumu” olabilir. “Bakım toplumu” kavramı, 2017’de Londra’da kurulan, değişik disiplinlerden gelen bir grup tarafından yayınlanan Bakım Kolektifi’nin yayınladığı Bakım Manifestosu’nda yer alıyor. Bu kolektif tarafından 2020’de Covid-19 salgını koşullarında yayınlanan ve Gülnur Savran’ın Türkçeye çevirdiği Bakım Manifestosu ‘evrensel bakım’a dayalı feminist-ırkçılık karşıtı-eko-sosyalist bir siyasal tahayyül sunuyor. Yazarlar bakım kavramını şöyle tanımlıyor: “(B)akım terimiyle yalnızca ‘pratik anlamda’ bakımı ya da insanların başkalarının fiziksel ve duygusal gereksinimleriyle doğrudan ilgilendiklerinde yaptıkları işi kastetmiyoruz—bakımın bu boyutu her ne kadar kritik ve acil olmaya devam etse de… ‘Bakım’ aynı zamanda, yaşamın esenliği ve serpilmesi için gerekli olan her şeyin beslenmesine yönelik bir toplumsal kapasite ve etkinliktir. En önemlisi, bakımı sahnenin ortasına yerleştirmek karşılıklı bağımlılıklarımızı tanımak ve kucaklamaktır.”[17]Bakım Kolektifi, bu kavramla sadece “birisine bakmak” (care for) anlamındaki bakımı değil aynı zamanda değer vermek, umursamak veya ihtimam etmek anlamındaki bakımı (care about) da kastediyor. Dayanışmayı burada sözü edilen “bakım” kavramı üzerinden yeniden düşünmek ve derinleştirmek, tam da kent hakkı, katılımcı demokrasi gibi kavramların yeniden tartışıldığı yerel seçim sürecinde yeni bir toplumsallığın kurulması için anlamlı bir olanak sunuyor.[18]
Dipnotlar:
* Bu yazı 13 Temmuz 2023’de Evvel Temmuz Festivali’nde ve 8 Eylül 2023’de Karaburun Bilim Kongresi’nde yapılan sunuşlara dayanmaktadır.
[1] Kemal Can, “Pahalı Bir Kursun Öğrettikleri”, Birikim, Sayı 125-126, Eylül-Ekim 1999.
[2] Aydın Engin, “Kahhar ve Kerim Devlet” Birikim, Sayı 125-126, Eylül-Ekim 1999.
[3] Bülent Peker, “Enkaz Altındaki Devletin Güvenliği”, Birikim, Sayı 125-126, Eylül-Ekim 1999.
[4] Ömer Laçiner, “Fay Hattının Devlet İçinden Geçen Kolu”, Birikim, Sayı 125-126, Eylül-Ekim 1999.
[5] https://www.gazeteduvar.com.tr/akardan-asker-gec-kaldi-elestirisine-yanit-hududu-kim-koruyacak-haber-1605951
[6] Özgür Özkan, “Why Was Turkey’s Military MIA After the Earthquake?”, https://foreignpolicy.com/2023/02/24/turkey-earthquake-erdogan-military-tsk-diaster-response-reform-coup/
[7] Akın Atauz, “Deprem ve Sivil Toplum Örgütleri”, Birikim, Sayı 125-126, Eylül-Ekim 1999.
[8] https://t24.com.tr/haber/bahceli-enkazin-uzerinde-tepinen-feryadimizdan-siyasi-rant-asirmak-icin-cirpinan-utanmazlara-her-donemde-sahitlik-ettik,1092178
[9] Kemal Can, “Pahalı Bir Kursun Öğrettikleri”, Birikim, Sayı 125-126, Eylül-Ekim 1999.
[10] Harun Ercan, “Disaster Management as Pacification: The Politics of Emergency in Turkey”, https://www.jadaliyya.com/Details/44850
[11] Mete Çubukçu, Hâlâ Devleti mi Bekleyeceğiz?, Birikim, Sayı 125-126, Eylül-Ekim 1999.
[12] https://medyascope.tv/2023/05/22/goksel-goksu-yazdi-adiyaman-niye-yine-akp-ve-erdogan-dedi/
[13] https://kisadalga.net/haber/detay/rus-gazetesi-nezavisimaya-gazetanin-iddiasi-mit-araciligiyla-depremden-sonra-psikolojik-harekat-uygulandi_63744
[14] Hakkı Özdal, “Deprem bölgesinde seçim: ‘Devlet partisi’nin zoru”, https://artigercek.com/forum/deprem-bolgesinde-secim-devlet-partisinin-zoru-250601h
[15] Gül Köksal, “İnsanı, ürettiği kültürel değerlerle birlikte yok eden kırımın bize söyledikleri”, https://sendika.org/2023/02/insani-urettigi-kulturel-degerlerle-birlikte-yok-eden-kirimin-bize-soyledikleri-t-gul-koksal-kultur-meclisi-677944
[16] Deniz Yükseker ve Uğur Tekin, “Neoliberal Umursamazlık mı, Bakım Toplumu mu? Kahramanmaraş Depremleri Sonrasına Dair Düşünceler”, Reflektif, 2023, Cilt 4(2), 343-355
[17] Bakım Kolektifi (2021). Bakım Manifestosu. Karşılıklı Bağımlılık Politikası (Çev. Gülnur Acar Savran). Dipnot
Yayınları. S.12.
[18] Bu konuda ayrıntılı öneriler için bkz. Yükseker ve Tekin (2023).
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.