Faşizmin liberal demokrasi ile sosyalizm karşısında “üçüncü yol” olduğu savı, toplumsal dayanağını oluşturan küçük burjuvazinin ara bir tabaka olmasından çıkarsanır. Görüneni esas alan yüzeysel bir görüştür bu. Politik bir hareket yalnız sosyal tabanına bakılarak değerlendirilmez. Esas önemli olan hangi sınıfın çıkarlarını savunduğu, program ve projelerinin kime hizmet ettiğidir
Doğuşunu izleyen bir asır boyunca yaşananlar faşizmin sona erdiğini değil, dünya siyasetinin sürekli kendini yeniden üreten kalıcı bir unsuru olduğunu gösterir. Faşist savaş blokunun yenilmesiyle birlikte büyük bir askeri, siyasi, ideolojik, ahlaki çöküş yaşamasına rağmen savaşın ardından yeniden hortlamıştır.
Federal Almanya’da Neo-Nazi örgütler 1945’ten itibaren yeniden kurulmaya başladılar. Nazi ailelerine, tutuklulara ve mültecilere yardım, eğitim ve dayanışma, sendikal çalışma, dernekler, dergiler kılıfı altında faaliyet yürüttüler. Sürgünden dönen Otto Strasser gibi tescilli Nazilere göz yumuldu. Faşist parti kurmak ve sembollerini kullanmak yasak olduğundan, Alman Muhafazakâr Partisi (1946) ve Alman Sağ Partisi (1950) gibi parti adlarını paravan olarak kullandılar. 1964 yılında Ulusal Demokrat Partisi (NDP) çatısı altında birleşen aşırı sağ örgütler rövanşist duyguları, kriz ve siyasi istikrarsızlık korkusunu kaşıyarak 1969 seçimlerinde %4’ün üzerinde oy aldılar. Arkasından saldırı müfrezeleri (“Schlagetrupps”) kurarak faşist terör eylemlerini tırmandırdılar. 70’li, 80’li yıllarda Federal Almanya’da terörü siyaset yapma yöntemi olarak kullanan ırkçı, antikomünist, Führer hayranı 200’e yakın neo-Nazi örgüt ve grup bulunuyordu.
1946 affından yararlanan neo-faşistler İtalya’da hızlı bir çıkış yaptılar. Asker-sivil bürokrasi ve orta tabakalar içinde Mussolini sempatisi hala sürmekteydi. Yasaklara rağmen sabık faşistler tarafından kurulan İtalyan Sosyal Hareketi (MSI), 1948 parlamento seçimlerinde oyların %2’sini aldı. 50’li, 60’lı yıllarda aldığı oylar %4 ila 6 arasında oynadı. Sola yönelik neo-faşist saldırıların artması üzerine milyonlarca kişi grev ve gösterilerle bunu protesto etti. Buna rağmen güçlenen neo-faşist hareket, özellikle 1969’dan itibaren sola yönelik cinayet, bombalama, kundaklama ve sokak saldırıları düzenledi. 1972’de monarşistlerin de desteğiyle %9’a yakın oy alarak Temsilciler Meclisi’nde ve Senato’da temsil hakkı kazandı. İşçi sınıfının ve emekçi kesimlerin İtalyan burjuvazisine karşı tepkisinin ve eylemlerinin yükseldiği bu yıllarda, neo-faşist örgütlerin İtalya, ABD ve Avrupa’daki bazı odaklardan mali yardım aldıkları ortaya çıktı. Terör ve korku ile demagojiyi birleştirerek en geri güney bölgelerinde, işsizler ve lümpenler, küçük mülk sahipleri, askerler ve polisler arasında taban edindiler.
Neo-faşistler yalnız İtalya ve Almanya’da değil, Alman Nazileriyle dayanışan Avusturya’da da güçlendiler. 1948’den itibaren partiler, öğrenci dernekleri, spor kuruluşları, yayınlar, paramiliter örgütlenmeler aracılığıyla çalışma yürüttüler. Avusturya’da onlarca neo-Nazi grup ve askeri eğitim veren yaz kampı bulunuyordu. 1980 yazında oyların %3,2’sini alacak güce ulaşmışlardı.
Fransa’da, İsviçre’de, Belçika’da, İngiltere’de, İskandinav ülkelerinde, ABD’de, Latin Amerika ülkelerinde, Japonya’da, Ukrayna’da, hatta Nazizm’in toplumsal varlıklarına kastettiği İsrail ve Rusya’da bile örgütlenen, ortak kuruluşlar ve platformlar aracılığıyla birbirleriyle dayanışan neo-faşist, neo-Nazi parti ve gruplar, kapitalist ülkelerin hemen hepsinde faal haldeydiler. 1980’lerde Belçika, Hollanda, Norveç, İsviçre gibi pek çok ülkede parlamentoda temsil edildiler.
1990’larda dünya solundaki gerileme faşist harekete alan açmakla kalmadı, moralini de yükseltti. Bir kez daha faşizmin sosyalizmin ve devrimci hareketin yenilgisinden enerji devşirme fırsatı yakaladılar. Güçlenmelerine neden olan diğer bir etken de yoksul ve işsiz nüfusun bol olduğu ülkelerden gelişmiş ülkelere göçteki muazzam artıştır. Başta neo-faşistler olmak üzere bütün aşırı sağ bunu milliyetçilik dalgasını yükseltmek için bir araç olarak istismar etmiştir. Göçmenlere, Müslümanlara, yabancılara düşmanlık hızla yayıldı. Kapitalizmin krizinin orta ve alt sınıflarda yarattığı gerilimin faturası, yoksul ülkelerden metropollere göç edenlere kesildi. Göçmenlere yönelik milliyetçi kışkırtmanın fazla prim yapması, yabancı düşmanlığı kılığında sivrilen ırkçılığı, radikal sağı besleyen ana damar haline getirdi. 21. yüzyılın günah keçileri ilan edilen Müslümanların, göçmenlerin birçok ülkede ev ve işyerlerinin kundaklanması sonucu yüzlerce işçi (ve ailesi) katledildi, yüz binlerce göçmen fiili saldırılara maruz kaldı. Avrupa ülkelerinde mülteci yardım merkezlerine, göçmenlerin konutlarına, mülteci kamplarına saldırılar hala sona ermiş değil artarak devam ediyor.
Bu gelişmeler İtalya’da, Fransa’da, Belçika’da, Hollanda’da faşist blokların seçimlerde oy sıçraması yapmalarını sağladı. Müslümanlara, kaçak göçmenlere yönelik düşmanlığı ırkçı, beyaz milliyetçi bir söylemle kışkırtan faşistler her ülkede güçlendiler. İkiyüzlü Batı burjuvazisi bir yandan faşizmin 1945 çöküşünü kutlarken, öte yandan günlük ve uzun vadeli çıkarları yararına faşist, aşırı sağcı parti ve grupları besledi. Kapalı kapılar arkasında faşist akımlarla merkezi siyaset ve büyük sermaye arasında karanlık işler çevrildi. İşçileri, göçmenleri, etnik ve dini azınlıkları, komünistleri ve öteki sosyal hareketleri sıkıştırmak için neo-faşist, neo-Nazi gruplar kullanıldı. Ülkelerini terk edip Avrupa’ya yerleşmek zorunda kalan göçmenler pabuççu muştası misali üstten hükümetler, alttan faşistler tarafından sıkıştırıldılar. İtalyan neo-faşistleri terör eylemlerine “siyah devrim” adını koydular.
Almanya’da DVU ve DPD, Avusturya’da FPÖ, Belçika’da Vlaams Blok, Fransa’da FN, İspanya’da Frente National, İtalya’da MSI[1] seçim başarıları üzerine ana akım siyasetin yasal ve meşru parçaları olarak kabul ve teşvik görüyorlar. 1994’te, “Biz faşistiz, faşizmin varisleriyiz, 2000’li yılların faşizmiyiz” diyen Fini liderliğindeki MSI, Berlusconi’nin koalisyon hükümetinde beş bakanlık kaptı. Böylece o zamana kadar Avrupa’ya hâkim siyasal tabu yıkılmış, kendisini açıkça faşist olarak tanımlayan bir parti ilk defa hükümet ortağı yapılmış oldu.[2] Son on yılda tepkisel isyanlarına ve mevzii başarılarına rağmen sol gerilerken, faşist partilerin sayısı ve oy oranı sürekli artış gösterdi. Avusturya 1999 genel seçimlerinde Jörg Haider’in partisi FPÖ ikinci oldu. Fransa’da Ulusal Cephe biri 2002, diğeri 2018’de iki defa başkanlık seçimlerinde ikinci tura kaldı. Marine Le Pen, 2018 başkanlık seçimlerinde oy oranını yüzde 21,7’ye kadar çıkardı.
Uluslararası faşist hareket Avrupa’da İslamofobiyi, ABD’de beyaz ırkçılığı ve göçmen düşmanlığını, bulunduğu her yerde şoven milliyetçiliği arkasına alarak güçlendi. Faşist partiler hâlihazırda yirmi dolayında Avrupa ülkesinin parlamentolarında (bazılarında koalisyon ortağı) temsil ediliyorlar. Doğu ve orta Avupa’daki gelişme tempoları daha hızlıdır. Slovakya’da neo-Nazi olduğunu saklamayan parti seçimlerde büyük başarı elde etti. Macaristan’da 2010’dan beri (Fidesz-KDNP ittifakı) iktidarda olan Viktor Orban’ın faşist partisi Fidesz 2018 seçimlerinde yüzde 49,1 oyla yeniden iktidara oldu, salt çoğunlukla ülkeyi yönetiyor. Alexander Gauland’ın başında bulunduğu yabancı, İslam karşıtı ve ırkçı AfD 2017 seçimlerinde yüzde 13 oy alarak meclise girdi. 2018 yılında Lega Nord ile Beş Yıldız Hareketi (M5S) arasında kurulan koalisyon hükümeti, Mussolini’den beri İtalya’da görülmüş en sağcı hükümettir.
Fransa, İngiltere ve Danimarka’da aldıkları oy oranı yüzde 25’in üstündedir. Almanya’da AfD ve PEGİDA, İngiltere’de İngiliz Savunma Birliği, Fransa’da Ulusal Cephe, Yunanistan’da Altın Şafak (son seçimlerde oy kaybına uğradı), Danimarka’da Halk Partisi, Avusturya’da Özgürlük Partisi, İsveç’te İsveç Demokratlar Partisi, Belçika’da Vlaams Blang ülkelerinin politik gündemini etkileyebilecek güce ulaştılar. Bunlara İsviçre, Çek Cumhuriyeti, Ukrayna ve Polonya faşistleri de eklenmelidir.
Bu gelişmelerin faşizmin 1945’te ömrünü tamamladığına dair iddiaları boşa çıkardığını söylemek gereksizdir. Dünyanın her yerinde, en başta da anavatanı Avrupa’da aşırı sağla birlikte tırmanış halindedir. Anti-faşist yazarlar küresel faşist yükseliş üzerine art arda ikazda bulunan önemli makaleler ve kitaplar yazdılar. Samir Amin ölmezden önce, “faşizm Batı’ya, Doğu’ya ve Güney’e geri döndü; ve bu dönüş, yaygınlaşmış, finanse edilmiş ve globalleşmiş tekelci kapitalizmin sistemik krizinin yayılması ile doğal olarak bağlantılıdır” diye uyarıda bulundu.[3]
Aradan geçen bir asra rağmen hala ayak diriyor ve atağa kalkıyor olması, “ölü”nün dirildiğini değil, emperyalist-kapitalist sisteminin faşizm üretmeye devam ettiğini gösterir. Brecht’in İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sahnelediği Arturo Ui’nin Önlenebilir Tırmanışı’ndaki uyarısı bugün de geçerlidir: “[Nazizmi] doğuran kaltak hala kızışmışlığını koruyor.”
Faşizm terimini gündemden düşürme girişimi eskiye dayanır. 1950’lerde yeni bir yorumla piyasaya sürülen totalitarizm kavramı bunlardan biriydi.
Terimi ilk defa 1920’lerin başında İtalyan faşistleri için sol muhalifleri kullandı. Palmiro Togliatti, Faşizm Üzerine Dersler adlı kitabında buna değinir.[4] Daha sonra faşistler totalitarizme kendi cephelerinden olumlu bir anlam yükleyerek ideolojik cephaneliklerine dahil ettiler. G. Gentile’ye göre, özgürlüğü bir hak olarak gören liberal devlet toplumun ortak iradesini temsil edemez, ulusun kaderini belirleyecek devletin totaliter olması gerekir. Mussolini[5] her ağzını açtığında totaliterliği övdü: “Bu anlamda, faşizm totaliterdir ve her türlü değerin bireşim ve birliği olan faşist devlet, halkın tüm yaşamını geliştirip egemenliği altına alır.”[6]
Hitler iktidara gelir gelmez Alman devletini korkunç bir totaliter makineye çevirdi. Sendikalardan, ticari ve sınai derneklerden, yardımlaşma ve eğitim kurumlarından başlayarak Alman federalizminin ve yerel özyönetimin kaldırılması, bağımsız mahkemelere son verilmesi dahil hiçbir ayrıntı gözden kaçırılmamıştır. Totalitarizm elbette en başta siyasal çoğulculuğun ve her türlü muhalefetin kaldırılması, parlamenter hükümet biçimine ve güçler ayrılığına son verilmesi, tek lider ve tek parti (“Führer ilkesi”) etrafında birleşmiş hiyerarşik devlet yapılanması, merkezi ekonomik yönetim, kısacası devletin toplumu tam kontrol altına alması demekti. Buna resmî ideoloji ve medya üzerindeki devlet tekeliyle birlikte temel hak ve özgürlüklerin kaldırılması ve terörün başat yönetim tekniği olarak kullanılması da eklenmelidir. Nitekim Georgi Dimitrov, faşizmin basit bir hükümet değişikliğinden ibaret olmadığını söylerken, halkın kamusal ve özel yaşam alanları üzerinde hiyerarşik prensipler üzerinde kurulan Orta Çağ devletlerinden mülhem tam bir devlet denetimi kurulduğunu anlatmak istiyordu.
Savaş yıllarında yazdığı Kölelik Yolu (1944) adlı kitabında F. A. Hayek, faşizm ve Marksist sosyalizmi paranın iki yüzüne benzetmiş, kitabına eklediği “Nazizmin Sosyalist Kökleri” başlıklı bölümde hedefi ikiden bire düşürmüştü. Ancak, Sovyet Rusya ve faşist Almanya totalitarizmin iki biçimi olarak tanımlandıklarında, o yıllarda fazla taraftar bulamadı. Büyük Anti-faşist Savaştaki muazzam direnişi nedeniyle SB’nden ve Stalin’den sitayişle söz eden Batılı liderler ve ideologları, olayların sıcağı geçer geçmez ağız değiştireceklerdir.[7]
Alman ve İtalyan faşizmlerinin benzerlikleri üzerinden başlayan totalitarizm tartışması, “Hür Dünya” propagandisti İngiliz ve Amerikalı akademisyenler tarafından, birbirlerine zıt sistemler olan faşizm ve komünizmin totalitarizmde birleştikleri tezine çevrildi. 1950’lerden sonra faşizm sözünü ağızlarına almaz olan burjuva tarihçileri, onun yerine “totalitarizm”i ikame ettiler. İlk teorize etme girişiminin ABD’deki “Totaliterizmin Kökenleri”nin (1951) yazarı Hannah Arendt, C. J. Friedrich ve Franz Burkenau gibi Nazi zulmünden kaçan siyasi göçmenlerden gelmesi ironiktir. Ancak Amerikan totalitarizm siyaset teorisyenlerinin ve tarihçilerinin hedeflerindeki gerçek baş düşman faşizm değil komünizm ve Sovyetler Birliği’dir.
C. J. Friedrich 1954 yılında yazdığı kitabında faşist Almanya ile SB arasında bazı farklar olduğunu belirtmekle birlikte, ortak yanlar icat ederek emperyalist totalitarizm teorisini sistematik hale getirdi. Bundan iki yıl sonra Amerikan emperyalizminin baş ideoloğu Z. K. Brzenziski ile birlikte yazdıkları Totaliter Diktatörlük ve Demokrasi adlı kitapta, bunu daha kapsamlı hale getirdiler. Böylece, emperyalist-kapitalist tarih yazımından “faşizm” sözü çıkartılıp, yerine birbirlerinin can düşmanı iki akımı tek bir sözcüğe sığdıran totalitarizm kavramı geçirildi.
Soğuk Savaş stratejistleri C. J. Friedrich ve Z. Brzezinski, totalitarizmi, yeni ideolojik-politik kutuplaşmaya uyarlayarak, sosyalizmi itibarsızlaştıran ve “anti-faşizm”i boşa düşüren bir kavramsal araç haline getirdiler. Karşıtlık şöyle kuruluyordu: Bir yanda totaliter ülkeler, öte yanda serbest piyasaya ve “parlamenter demokrasi”ye dayalı “hür dünya”. Totalitarizmin iki biçimi faşizm (“kahverengi”) ve komünizm” (“kızıl”) birleşip demokrasiyi ortadan kaldırmaya çalışıyorlardı. “Kızıl totalitarizm”in yeterli şeytanlaştırılması için de yanına Hitlerci faşizmi ekleyip, ikisi arasında “ortak öğeler” keşfettiler: “Nazi Almanya’sı da Sovyet Rusya’da, resmî ideolojiyi uygulayan tek partilerle, terörist bir polis gücüyle ve bütün iletişim araçları, silahlı kuvvetler ve ekonomik örgütlenme üzerindeki bir iktidar tekeliyle yönetiliyorlardı.” [8] Dış görünüş ve yüzeysel benzerlikler yeterli görülüyor; bunların zıt sosyoekonomik sistemler, zıt sosyal sınıflar, zıt ideolojiler, zıt amaçlar bakımından tam bir antipod oluşturdukları göz ardı ediliyordu. Sosyalizm ile kapitalizm, proletarya iktidarı ile finans kapital iktidarı, insanın insanı sömürüsüne son veren sosyalist düzen ile iç ve dış sömürünün son haddine vardığı faşist düzen aynı kefeye konuyordu.
Soğuk Savaş’ı takiben totalitarizm teorisi emperyalizmin askeri-strateji ve dış politikalarını meşrulaştıran ideolojik bir araç haline getirildi. Komünist geçmişin meşruiyetini sorgulamayı ve Alman faşizminin büyük suçlarını hafifletmeyi (Holokaust’ı “Gulag Sistemi”yle dengeleyerek) sağlayacak şekilde araçsallaştırıldı. Totalitarizm söylemi, resmi ve akademik düşünceye kılavuzluk edecek ve anti-komünist propaganda üretimine argüman sağlayacak bir kalıptan ibarettir. Nazi Almanya’sı ile sosyalist SB, Hitler ile Stalin’i eşitlenir: Biri kötü ırk bellediği “Yahudileri”, öteki “sınıf düşmanları”nı imha ettikleri gerekçesiyle.
Emperyalist totalitarizm teorisi, tıpkı Troçkistlerin ve ipini koparmış entelektüellerin yaptıkları gibi, dünya halklarının baş düşmanı Hitler ile onu defetmekte baş rolü oynayan Stalin’i bir tutar, hatta hedef tahtasında asıl Stalin vardır. Yunan müzisyen Mikis Teodorakis buna yerinde bir cevap vermiştir: “Orada, Avrupa’da ve özellikle ırkçı devletlerde neden Stalin’e ve komünizme saldırıldığını biliyorum. Çünkü o onların sevgili Führerleri Adolf Hitler’i alt etti.”[9]
Faşizmin iktidara gelmesini Batılı akademisyenler bir çeşit devrim saymışlardır. Sol kökeni ve “devrimci doğası” hakkında yeni tanımlar öne sürmek son elli yılın modası olmuştur. A. J. Gregor’a göre faşizm (ilerici devrim) sağcı değil solcu bir ideolojidir.[10] G. L. Mosse ve E. Gentile, bunu “yeni bir toplum kurma”, “yeni bir insan yaratma” ve “yeni bir uygarlık getirme” projelerine dayandırırlar. Kimine göre de “kültürel, ahlaki, psikolojik ve politik bir devrim” (Sternhell),[11] “nihilizm devrimi” (H. Rauschning),[12] “rakip devrim” (E. Weber),[13] “milliyetçi çözüme dayanan kültürel devrim”dir (R. Griffin)[14]
Faşizmin liberal demokrasi ile sosyalizm karşısında “üçüncü yol” olduğu savı, toplumsal dayanağını oluşturan küçük burjuvazinin ara bir tabaka olmasından çıkarsanır. Görüneni esas alan yüzeysel bir görüştür bu. Politik bir hareket yalnız sosyal tabanına bakılarak değerlendirilmez. Esas önemli olan hangi sınıfın çıkarlarını savunduğu, program ve projelerinin kime hizmet ettiğidir.
Unutulmamalıdır ki, faşizmin “devrimci” olduğunu ve “yeni bir düzen” getirdiğini ilk söyleyenler Mussolini-Gentile, Hitler-Goebbels çiftleridir.[15] Eğer onlar işin doğrusunu, yani “eski düzen”i koruyacaklarını, hatta daha da pekiştireceklerini söyleselerdi; gönüllerinde devrime hala umut gözüyle bakan milyonlarca işçiyi doğrudan karşılarına almış olurlardı. Faşist liderlerin demagojik söylemlerinin amacı, kitlelerin gözünde pozitif bir etkiye sahip bu gibi kavramları komünistlerin elinden kapmak ve onu kendi yararlarına kullanmaktı. Yoksa bütün devrimlere (başta Fransız ve Sovyet devrimleri) nefretle baktıklarını herkes bilir. Goebbels iktidara geldikleri 1933 yılında, “1789 böylelikle tarihten silinmiştir” demişti.[16] Bu, devrimlere düşmanlığın açık bir ilanıydı. Ortada bir devrim değil, başta 1917 Rus, 1776 Amerikan, 1789 Fransız ve bütün öteki devrimler karşısında konumlanmış bir “silahlı karşıdevrim” (Ernst Thalmann) vardır. Üstelik faşizm sıradan bir karşıdevrim de değil tam boy, aşırı bir karşıdevrimdir.
Karşıdevrim devrim olmamakla kalmaz, birbirlerinin yerine de kullanılamazlar. Tıpkı mıknatısın iki kutbu, artı ile eksi gibi birbirlerinin zıttıdır. Aralarındaki ilişki tam da Amerikalı tarihçi Arno Mayer’in dediği gibidir: “… her devrim karşı devrimle ayrılmaz bir şekilde bağlıdır. Bunlar bir ‘ortakyaşarlık’ bağıyla birleşmiştir. Biri diğerini doğurur ve her ikisi de bir radikalleşme sarmalında birbirini besler.” [17]
İktidarın bir sınıftan daha ileri bir sınıfın eline geçmesi politik devrim, bir üretim tarzından daha ileri bir üretim tarzına geçilmesi sosyal devrimdir. Faşistler iktidara geldiklerinde bunlardan ikisi de olmadı; iktidardaki ve toplumdaki sınıflar kadar, kapitalist ekonomik yapı da yerinde kaldı. Faşizm iktidar olduğunda ne devlet iktidarının ne de sosyoekonomik sistemin sınıfsal doğası değişir. Gerçi bir değişim vardır ama ters yöndedir: Siyasi üstyapıda burjuva demokratik kurumlar tamamen tasfiye edilirken, kapitalist sınıfın siyasi-sosyal egemenliği ve kapitalist üretim ilişkileri olduğu gibi yerinde kalırlar.
Meselenin esası şudur:
Faşist ideolojinin başlıca özgünlüğü, onun kendisini kesinlikle yenilikçi, devrimci; iğrenç bir geçmişi ortadan kaldırmak, bütün toplumsal asalakçılık ve kanserlerin kökünü kazımak, ulusal topluluğu uzlaştırmak için çözümler getirmeye yetenekli tek ideoloji olarak göstermesinde yatıyordu. [18]
Faşizm görünmek istendiğinin tam tersine kapitalizmin bütün kötülüklerinin son sınırına varmış halidir. Öyle bir asalaktır ki, ideolojik olarak yalnız akrabalarından değil, düşmanlarından da beslenir: “Devrim terimi dâhil, her an faşist sözcük dağarcığında yer almayan sosyalist terim yoktu.”[19] Sol jargon ve anti-kapitalist sloganlar sosyalizmin etkisi altındaki işçileri kendine çekmek için bir yemdi. Oswald Spengler ve Moeller van den Brück, “her milletin kendi sosyalizmine sahip olması” gerektiğini savundular. Onlara göre sosyalizm Marks’ın elinden alınıp materyalist ve proleter içeriğinden arındırılmalı ve sonra idealist ve aristokratik bir öze kavuşturulmalı idi: “Prusya sosyalizmi”, Alman işçi sınıfının sosyalizme ilgisini maniple ederek egemen sınıfın stratejilerine bağlayan sahte bir sosyalizm yorumu olarak formüle edildi. Goebbels, “Programımızdaki sosyalizm bir kuşu yakalamak için sadece bir kafes” diyerek niyetini gizleme gereği duymamıştır. İktidara gelinceye değin sol görüşlü işçileri saflarına çekmek için anti-kapitalist sloganlardan bolca yararlandılar. Ne zaman ki kent ve kır burjuvazisini, hatta büyük kapitalistleri ürküttüğünü gördüler, o zaman geri çektiler. Nazilerin ağzında anti-kapitalist demagoji, kapitalizmin tümünü kucaklamayan, “iyi/kötü kapitalistler” ayrımından hareketle hedef tahtasına üç-beş tufeyliyi, dolandırıcı patronu koyan bir aldatma yöntemiydi. Kendi buluşları da değildi bu üstelik, ezeli gericiliğin kapitalizmin temellerinden soyutlanmış geleneksel finans düşmanlığından devralınmıştı.[20] “…Alman sosyalizmi adı altında tefeciliğe ve kapitalizme yönelen saldırılar bile, bazı savaş öncesi radikal milliyetçilerin fikriydi.” [21] Nazilerin katkısı buna pleb bir hava katmak, Yahudi sermayesine karşı saldırıyı komünizm aleyhtarlığıyla birleştirerek “Yahudi-Bolşevik dünya komplosu”na karşı savaş retoriğinin bir parçası haline getirmek oldu.
Burjuva tarihçiler Benito Mussolini, Jaques Doriot gibi dönekleri, faşizmin kökeninin sosyalizm olduğuna kanıt olarak gösterirler. Bir zamanlar sola bulaşmış olmak, geçici yol arkadaşlığı, özümlenmiş devrimcilikle bir değildir. Eğer öyle olsaydı birkaç yıl geçmeden kurtuluş vaat ettikleri işçi sınıfının baş düşmanlarının safına geçmezlerdi. Benito Mussolini, önüne daha iyi bir kariyer ve yaşam fırsatı çıktığında eski görüşlerini terk etmeye hazır, kulaktan dolma bilgilere sahip sözde sosyalist bir oportünistti. Daha iktidara bile gelmeden komünistleri, solcu sendikacıları, işçi ve köylü önderleri katlettirmeye başladı. Başbakanlığa atanır atanmaz yaptığı ilk işlerden biri köylülerin ekilmemiş toprakları elde etme haklarını geri almak, iş mevzuatında gerici değişiklikler yapmak, halka zulmetmek oldu. Faşistler sadece İtalya’da değil iktidara geldikleri her yerde önce işçi sınıfı hareketini ezdiler, işçilerin öz örgütlerini ve haklarını ellerinden aldılar.
Faşistler lafa gelince burjuva düzenindeki yozlaşmayı eleştirirler ama iktidara geldiklerinde yaptıkları ilk işlerden biri eski rejimin kokuşmuş bürokrasisini devşirmek, diğeri ekonominin yönetimini tekelci kapitalistlerin ağırlıkta olduğu bir konseye bırakmaktır. Şimdiye kadar ekonomisini emek lehine yapılandıran tek bir faşist rejim görülmemiştir. “Sosyalist” ve “işçi” sözcüklerini adına kazıyan NSDAP ile “sosyalist işçi”leri katleden, yüz binlercesini zindanlara ve toplama kamplarına tıkan NSDAP, aynı partidir. Hosbawm’ın ifadesiyle, faşist düzen, “yeni ve farklı bir rejimden çok, yenilenmiş ve yeniden canlandırılmış bir eski rejim”den başka bir şey değildir.[22] Faşizmin kapitalizm dışında, ondan ayrı bir ekonomik modeli yoktur. En fazla faşist terörle kamçılanarak hızlandırılmış ekonomi politikasından söz edilebilir. Buna rağmen faşizmin “devrim” veya “Üçüncü Yol” (ne kapitalizm ne de sosyalizm) diye tanımlanması, “faşizmin tanımı gereği karşıdevrimci ve gerici bir hareket olduğu yönündeki Marksist argümanlara karşılık verme” amacını gütmektedir.[23]
Dipnotlar:
[1] Robert O. Paxton, Faşizmin Anatomisi, İletişim Yayınları, 2014-İstanbul, s.294
[2] A.g.e., s.304
[3] Çağdaş Kapitalizmde Faşizmin Dönüşü, Samir Âmin, https://www.birgun.net/haber-detay/kapitalizmde-fasizmin-donusu-111673.html
[4] P. Togliatti, Faşizm Üzerine Dersler, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1979-Ankara, s. 52
[5] Buna rağmen totalitarizm teorisyenlerinden H. Arendt faşist İtalya’yı dışta tutar.
[6] Aktaran Roger Bourderon, Faşizm, Onur Yayınları, 1989-Ankara, s.70
[7] Örneğin Winston Churchill faşizmi “komünizmin çirkin çocuğu” diye tarif edecektir.
[8] Robert O. Paxton, Faşizmin Anatomisi, İletişim Yayınları, 2014-İstanbul, s. 350
[9] https://tr.sputniknews.com/rusya/201708281029914986-Mikis-Theodorakis-stalin-hitler/
[10] Constantın Iordachi, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s. 69.
[11] Enzo Traverso, Savaş Alanı Olarak Tarih, Ayrıntı Yayınları, 2013-İstanbul, s.83.
[12] A.g.e, s. 77.
[13]Akt. Robert Griffin,Batı’da Devrimler ve Devrimci Gelenek içinde, “Sağdan Devrim: Faşizm”, Dost Kitabevi, İstanbul-2003, s.233.
[14] Aktaran Constantın Iordachi, Karşılaştırmalı Faşizm Çalışmaları, İletişim Yayınları, 2015-İstanbul, s.188.
[15] Mark Neocleous, Faşizm, Nota Bene, 2014-Ankara, s. 93-94.
[16] A.g.e., s. 17.
[17] Aktaran E. Traverso, Savaş Alanı Olarak Tarih, Ayrıntı Yayınları, 2013-İstanbul, s. 62.
[18] R. Bourderon, Faşizm, Onur Yayınları, 1989-Ankara, s. 126.
[19] Age, s. 125-126.
[20] B. Moore Jr, yirminci yüzyıl faşizmini bir önceki yüzyılın tutuculuğundan ayıran en önemli özelliğin plebce anti-kapitalizm olduğunu belirtir. (Diktatörlüğün ve Demokrasinin Toplumsal Kökenleri, V Yayınları, Ankara-1989, s.348)
[21] Roger Griffin, Faşizmin Doğası, İletişim Yayınları, 2014-İstanbul, s. 159.
[22] Eric Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl, Everest Yayınları, 2010-İstanbul, s. 170.
[23] Mark Neocleous, Faşizm. Nota Bene, 2014-Ankara, s. 91.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.