Can Kartoğlu ile “İyiliğin Kitabı” üzerine söyleşi

06 Mart 2018 23:42

“Herkes tanısın istedim. Gerçi koşu dünyası onu tanıyor. Ona, Safder Baba diyorlar zaten. Ama istedim ki, bunun içi dolsun”

“Herkes tanısın istedim. Gerçi koşu dünyası onu tanıyor. Ona, Safder Baba diyorlar zaten. Ama istedim ki, bunun içi dolsun. Babamın Safder Babalığının sadece yarışlarda maraton koşmasından değil yaşam boyu iyilik, güzellik, adalet, hakikat peşinde koşmasından geldiğini bilsinler istedim”

Safder, Zonguldak Kültür ve Eğitim Vakfı (ZOKEV) yayını olarak geçtiğimiz günlerde okuyucusuyla buluştu. “Anı/anlatı” türündeki kitap, Safder Kartoğlu’nun, kızı Can Kartoğlu tarafından kaleme alınan uzun hayat koşusunun olağanüstü dokunaklı, sıra dışı hikâyesi. Kitaba ilişkin olarak Can Kartoğlu’yla konuştuk.

Sendika.Org: Anlatılan “baba” öykülerinde baba karakteri çoğunlukla otoriterdir, korkulan, korkutan, öyle kolay kolay yanına sokulunamayan; nadiren ise babacan, iyi kalpli ve fedakârdır. Kitabınızı okuduğumuzda görüyoruz ki, babanız ikinci tür babalardan ancak bir türe konulamayacak kadar da kendine özgü bir karakter. Babanızın öyküsünü yazma istediğini ne zaman, nasıl duydunuz?

Can Kartoğlu: İnsanlık değerlerinin gitgide yok olduğu, haliyle vicdansızlığın kol gezdiği, fersiz, sevgisiz, insansız, umutsuz kaldığımız kötü, eril dünyanın ortasında babamla bir parça da olsa umut olmak istedim. Bu kitabı “Yaşasın iyilik” diyerek yazdım. Babam, 5 kıtada, 16 ülkede maraton koşmuş Safder Kartoğlu, bugün 91 yaşında Türkiye’nin koşan en yaşlı veteran atletidir. Doğru. Ama çok heyecan verici, şaşırtıcı, gönül okşayıcı olsa da, babam bu tanıma sığamayacak uçsuz bucaksızlıkta bir insandır. O nedenle, 239 sayfalık kitabımda babamın koşu hikâyesi ancak son sayfaları kapsar. Ben, “Safder” kitabında babamın insanlık koşusunu anlattım. Kitabı, babamın doğduğu 1927 yılında Devrek’te başlattım. Annemi; büyük aşkı Cahide’yi yitirdiği 2004’ten sonraki yıl Çanakkale’de koşmaya başladığı ve her yıl sürdürdüğü “Bir Sevda Koşusu: Cahide Kartoğlu Yarı Maratonu”nda annemin gömütü başında yaptığı konuşma ile de bitirdim. Azmin, aşkın, iyiliğin, inceliğin, alın terinin, eğilip bükülmemenin, boyun eğmemenin yaşam boyu sürdürülebilirliğini, içimizden biriyle; babamla göstermek istedim. Bir başka dünyanın, bizim insan olmamızla mümkün olacağını babamla anlattım.

Babam son iki İstanbul Maratonu’nda, Ali İsmail Korkmaz Vakfı (ALİKEV) adına koşarak, topladığı bağışlarla pek çok gencin eğitim bursunu sağlayan yüzlerce koşucunun en yaşlısıydı. O günlerde, antrenmanlarından birini videoya çekerken babamın “89 yaşındayım. 19 yaşında düşleri elinden alınan Ali İsmailciğin düşlerinin peşinden koşacağım” demesiyle babamın “geçmiş değil gelecek” olduğunu gördüm. Böyle bir insanın bir tek benim, Güven’in, Ümit’in babası olması haksızlık dedim. Herkes tanısın istedim. Gerçi koşu dünyası onu tanıyor. Ona, Safder Baba diyorlar zaten. Ama istedim ki, bunun içi dolsun. Babamın Safder Babalığının sadece yarışlarda maraton koşmasından değil yaşam boyu iyilik, güzellik, adalet, hakikat peşinde koşmasından geldiğini bilsinler istedim. Kitabın adını “Safder Baba” koymadım. Çünkü, biz ona öyle seslensek de, babam hepimizden genç, hepimizden çocuk. Onun için kitabın adı, sadece “Safder”.

Safder ve Can Kartoğlu

Kitabı okumaya heveslenenler için Safder’i, babanızı kısaca nasıl tanımlarsınız?

Babam, yaşadığı imkansızlıklara rağmen idealistliğinden vazgeçmeyen bir gençken, sonraları benzersiz bir sporcuya, “hak bellediği yolda yalnız giden” bir emekçiye, deli divane aşığa, sevecen babaya, sadık eşe ve tutkulu sporcuya evrilen, yaşı kaç olursa olsun hayatının her döneminde hayalleri için mücadele eden bir ihtiyar delikanlıdır. Bütün babalar uyur, anneler erkenden kalkıp kahvaltı sofrasını kurar, evi çekip çevirirken, benim babam her sabah biz hepimiz uyurken kalkar, tıraşını olur, şortunu atletini giyer, koşuya çıkardı. O zamanlar öyle herkesin koştuğu zamanlar değil. Babam bir başına… Yadırgıyor insanlar… Ama babam koşuyor, güneşi doğuruyor, bizim için güneş topluyor ve fırından yeni çıkmış tazecik bir ekmek ve daha kepengini yeni açan bakkaldan bir Cumhuriyet alarak eve dönüyor. Hemen çayın altını yakıyor, kahvaltı masasını kuruyor, çay demlenirken duşa giriyor, annemi; büyük aşkı Cahide’yi uyandırıyor, bizleri uyandırıyor… Sonrası can şenliği… Böyle işte… Bir gün olsun eril dil kullanmamış, bir gün olsun erke, muktedire tapmamış, baba tanımını alt üst etmiş, bize tanımların laf, insanların biricik olduğunu göstermiş bir babadır babam.

Biraz da yazım sürecinden bahsedelim… Çok meşakkatli bir iş bir yaşamı anlatmak. Nasıl bir süreçti Safder’i yazmak? Halihazırda bildiğiniz öyküleri mi derleyip toparladınız yoksa size de babanız hakkında yeni bilgiler öğreten, aileniz, kökleriniz hakkında yeni keşiflerde bulunmanızı sağlayan bir süreç miydi bu?

Çocukluğumdan beri sandıklara, sandıktan çıkanlara meraklıyım. Zonguldak’ta iki büyük sandığımız vardı. Ben evde kimse yokken sandıklardan sandık beğenir, ikide bir açar, her seferinde ayrı büyülenir, her şeyi eller, koklar, yine kapatırdım. Babamın anneme yazdığı mektupları da  o sandıkta bulduğumda daha 12-13 yaşlarındaydım. O aşk mektuplarını okurken kalbim yerinden çıkacak sanırdım. Mektupların kimi “Can” diye başlardı. Heyecanım daha da artardı. Anlayamazdım bir türlü niye babamın anneme Can dediğini? Aslında, annemdi her şeyi saklayan. Babamın mektupları, annemin dava vekili olan babasının Demokrat Parti döneminde annemle babama yaşatılan zulme karşı nasıl mücadele edeceklerine dair yazdıkları, dönemin gazeteleri, dergileri, gazete kupürleri, ölüm, doğum ilanları, müsveddesinden kopyasına bütün resmi yazışmalar hepsi ama hepsi o sandıktaydı. Sonra o iki sandığı ben İstanbul’da yaşamaya başladığımda annemle babam Zonguldak’tan bana getirdiler. İçindekilerle birlikte… Bugünmüş gibi gözümün önünde o an. Dünyalar benim olmuştu. O gece herkes uyuduğunda, mektupların olduğu bombeli sandığı açtım. Annem mektuplara kağıttan bir kuşak yapmış ve üstüne “Hey gidi günler” yazmış. İçim burkulmuştu. Kendi kendime dedim, “Geçmişte kalmayacaksınız. Ne gün, ne zaman bilmiyorum ama, ben sizi geleceğe taşıyacağım.” Gün, bugünmüş. Babama; Bakırköy’e her hafta sonu gittim, bir yıl boyunca her hafta sonu babamda kaldım, ona yaşamını anlattırdım, ben cep telefonuma kaydettim, oradan bilgisayarıma aktardım. Annemin fotoğraf albümleri bendeydi zaten, babamınkileri de aldım. Babam anlatırken kimi zaman birlikte ağladık. Kızkardeşlerinin okuması için niye diretmemiş derken, babam Amelebirliği’nden ayrılırken, annem her şeyi unutmaya başlarken ve ölürken çok ama çok ağladık. Babamı her dinleyişimde, yazdığım her satırda insanlığına tekrar tekrar hayran kaldım.

*

NOT: Kitaba şu adresten ulaşılabilir: www.sahafstandi.com

Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.