“Bugün toplumsal hareketlerin karşı karşıya olduğu en önemli meydan okumalardan biri, zamanda sürekliliği ve yine mekânda sürekliliği ya da yayılmayı nasıl inşa edeceğidir.”
“Bugün toplumsal hareketlerin karşı karşıya olduğu en önemli meydan okumalardan biri, zamanda sürekliliği ve yine mekânda sürekliliği ya da yayılmayı nasıl inşa edeceğidir.”
ROAR: Geçtiğimiz ay Occupy hareketinin dördüncü yıldönümünü idrak ettik. Bugün dönüp baktığımızda, bu hareket birden ortaya çıkmış gibi görünüyor, ortaya çıktığı anda herkesi şaşırttı ve ardından hızla toplumsal dokuya işledi. Bunun neden olduğunu düşünüyorsunuz? Hareketlerin başlangıç aşamasının ötesine geçmek adına karşı karşıya olduğu asıl zorluk nedir?
Michael Hardt: Bunun üzerine birbiriyle çatışan iki şey söyleyeceğim. İlki, Occupy‘ın bütün kalıcı etkilerinin farkında olmanın önemli olduğudur: Occupy‘ın Birleşik Devletler’deki kamuoyunun çok geniş bir kesimini dönüştürme biçiminden, eşitsizlik durumunu, finansın rolünü vs. görünür kılma biçiminden bahsediyorum. Occupy hareketi bazı açılardan Birleşik Devletler’deki ekonomik ortak aklı ciddi biçimde dönüştürdü.
Occupy benzeri olaylar aynı zamanda aktivist hafızada da izler bırakır, böylece bir sonraki an tam da bir öncekinin bittiği yerden başlar. Dolayısıyla sadece sonradan unutulacak bir parlamadan fazlasıdır, daha çok, bir donma anının ardından yeni bir mekândan atılacak adımda tekrar harekete geçecek olan bir adım gibidir diyebiliriz. Bir yandan, ABD gibi bir ülkede Occupy‘ın ve dünyanın diğer yerlerindeki benzer hareketlerin ciddi ve kalıcı etkilerini dile getirmek de önemli.
Diğer yandan ve belki de söyleyeceğim şeyin çelişkili doğasıdır bu, bugün toplumsal hareketlerin karşı karşıya olduğu en önemli meydan okumalardan birinin, zamanda sürekliliği ve yine mekânda sürekliliği ya da yayılmayı nasıl inşa edeceği olduğunu düşünüyorum. Occupy‘ın sınırlılığı, çadırların sadece birkaç hafta kurulu kalmış olması anlamında geçici değil, aynı zamanda -bir meydanın birkaç hafta boyunca işgal edilmesinin ulusal mekân bir yana bütün bir şehri işgal etmeye benzememesi anlamında- mekânsal ve toplumsaldı da.
İşbu yayılma -aynı zamanda toplumsal yayılma- meselesi, Gezi Parkı’nın işgalinin birinci yıldönümünde Türkiye’deki aktivistlerle konuştuğumda da kafamda yankılanacaktı. Türkiye’nin dört bir yanındaki şehirlerde ortaya çıkan hareketlere birbirinden oldukça farklı toplumsal bileşenlerin dahil olmasına rağmen, Gezi, geleneksel emek formlarına ya da bir bütün olarak Türkiye nüfusuna nüfuz edebilen bir yayılma biçimine sahip olamadı. Dolayısıyla orada da bir tür toplumsal sınırlılık mevcuttu.
Bu bana hareketlerin bugün karşı karşıya olduğu en önemli örgütsel meydan okumaymış gibi görünüyor ve bunlar kesinlikle örgütsel meselelerdir çünkü geleneksel çözümlerin istenip istenmedikleri bir yana bu durumlarda başarılı olabileceğini düşünmüyorum. Bir başka deyişle, geleneksel bir parti yapısının kurulmasını, geleneksel sendika yapıları üzerinden faaliyet yürütülmesini – bunları çözüm olarak görmüyorum.
Bu dediklerim, sadece geleneksel çözümlerin peşinde olunduğunu, bu yapıların bizatihi hareketlerin temel demokratik ilkelerine ters düştüğünü düşündüğüm anlamına gelmiyor; bunlarla birlikte, bu çözümlerin işe yarayacağını da düşünmüyorum. Geleneksel parti yapılarına geri dönmeyi öneren insanların bir kısmı “Bakın, demokratik katılım üzerindeki bu sınırlılığı kabul etmek zorundasınız çünkü etkili yol buradan geçiyor” diyebilir -ve bazıları da demektedir- fakat ben bunun doğru olduğunu düşünmüyorum.
Bugün hareketlerin bu kadar büyük bir meydan okumayla karşı karşıya kalmalarının nedeni kesinlikle budur: Çünkü geleneksel çözümler başarısız olmuştur ve yeni, etkili örgütlenme formları icat edilmek zorundadır.
Bugünün hareketlerinin bu daha geleneksel örgütlenme formlarından farklılaşmasının yollarından biri, yataylıkları. Bu yatay örgütlenme formlarına karşı çokça sempati besliyorsunuz gibi görünüyor fakat yine, bir tür yataycılık özeleştirisi ihtiyacına vurgu yaptığınız da kulağımıza çalındı. Neden? Size göre yatay örgütlenmenin temel sıkıntıları nelerdir ve bunların ötesine nasıl geçebiliriz?
Yataylık formlarında şimdiye kadar deneyimlediğimiz açık sınırlılıkların bir kısmı, ilk sorunuzda bahsettiğiniz şeyler aslında: Yani, bizzat hareketlerin geçici, mekânsal ve toplumsal sınırlılıkları var. mücadelelerin genelleşmesinin, sayıca az deneyimler olarak kalmayıp uzun vadede bütün toplumsal alana yayılmasının çekiciliğini doğal karşılıyorum aslında – herkesin doğal karşılayacağından ise emin değilim.
Bu durumun yatay örgütlenmeyi başarısız kıldığını söyleyemem ve yine, hareketler içindeki demokrasiye ya da demokratik katılım tarzlarını inşaya da zeval vermez. Fakat bu, yüzleşmemiz gereken bir meydan okumayı ortaya çıkarmaktadır.
Meseleye başka türlü de yaklaşılabilir: Bizim -ve kendimi de bu bizin içine katmalıyım- nasıl kazandığımızda ısrarcı olmaya dönük, her zaman neyin başarı olduğu ve neyin gelecek açısından bir potansiyele sahip olduğu üzerine bir tür telafi edici bir yola odaklanmaya dönük bir eğilimimiz var. Neden “telafi edici” bir yol diyorum? Çünkü sürekli biçimde yenildiğimiz, hiçbir şeyin mümkün olmadığı, hiçbir şeyin işe yaramayacağı ve hiçbir şeyin değişmeyeceği biçiminde bir algı bombardımanına tutuluyoruz.
Fakat insanların halihazırda yapmakta olduklarının ve kendi yaşamlarını halihazırda nasıl dönüştürmekte olduklarının farkına varırken, yani o kadar da zayıf olmadığımızın farkına varırken, aynı zamanda karşı karşıya olduğunuz aksiliklerin ve engellerin de -kazanmadığımız yolların da- farkına varırsınız. Yatay örgütlenme uygulamalarının belirli türden bir özeleştiriye ihtiyacı olduğundan kastım budur: Bugüne kadar karşılaştığımız sınırlılıkların farkına varmak durumundayız.
Sonucun ne olacağına dair bir fikrim yok. Yataylığın yenilgiye uğradığı ve bu nedenle eski liderlik ve örgütlenme formlarına geri dönmemiz gerektiğini söyleyenlere sempatiyle yaklaşanlardan değilim – ben bu türden bir çözüme karşıyım.
Fakat bu geleneksel örgütlenme formlarının bir süreliğine taşıdığı niteliklerin de ciddiye alınması gerekiyor. Biz ne kadar onlardan nefret etsek de ya da onları eleştirsek de, solun geleneksel ve hiyerarşik kurumlarının pek çok tarihsel durumda yönetici sınıfa karşı etkin bir karşı-iktidar olarak hareket ettiğini, uzun bir dönem boyunca sürekli faaliyet gösterdiğini ve içinde geniş bir toplumsal nüfusu barındırdığını kabul etmek durumundayız.
Dolayısıyla solun geleneksel kurumlarından bahis açmamın nedeni, onlara geri dönmemiz gerektiğini söylemek değil, bunun yerine, bu kurumların bazı etkilerini farklı araçlarla hayata geçirebilecek yolların farkına varmamız gerektiğini söylemek – belki farklı biçimlerde düşünülen ya da deneyimlenen yatay örgütlenmeler yoluyla.
Yine, yatay örgütlenme hususunda dogmatik bir düşünceye da bağlı değilim. Şayet geleneksel sol örgütlerin ulaştığı sonuçlara tekrar ulaşabilecek başka demokrasi pratikleri bulabilirsek, işte aklımdaki özeleştiri türü kesinlikle budur.
Demokratik örgütlenmenin bu türden alternatif formlarından bahsedersek, belki de sizin zamanında Euronomade ağı dahilinde tartıştığınız “toplumsal sendikacılık” kavramından bahsedebiliriz. Toplumsal sendikacılık nedir? Bu kavram neden bugünün bağlamında geçerlilik kazanmaya başladı?
Benim açımdan başlangıç noktası, toplumsal sendikacılık teriminin İngilizce konuşulan dünyada son birkaç on yılda nasıl kullanılmakta olduğu üzerine düşünmektir; bizim Euronomade’de kavramı kullanma biçimimizi -hem olumlu hem olumsuz anlamda- kuran budur çünkü.
Olumlu açıdan, toplumsal sendikacılık üzerine -zaman zaman “toplumsal hareket sendikacılığı” da denmektedir- 1980’li yıllarda Güney Afrika’da ve Birleşik Devletler, Kanada ve Britanya’da ise geleneksel sendikaların güç kaybettiği bir momentte ve parti ile sendika arasındaki bir ittifak anlamına gelen, sendikanın partiden doğru siyasi yönünü belirlediği siyasi sendikacılık olarak adlandırılabilecek şeye bir alternatif olarak düşünülmeye başlandı. Toplumsal sendikacılık, bunun yerine, sendikanın toplumsal hareketlerle -nihayet her iki tarafı da canlandıracak biçimde- ittifak yaptığı bir ilişki olarak düşünülmelidir.
Bir yandan, bu türden bir ittifak dahilinde toplumsal hareket örgütsel yapılara ve sendikanın kalıcı yeteneklerine sahip olur, diğer yandan ise sendika hem emek alanından hayat formlarına doğru akan toplumsal hareketlerin geniş toplumsal meseleleri eliyle hem de toplumsal hareketlerin antagonistik (uzlaşmaz) yöntemleri -tipik sendikal faaliyetin dışındaki aktivizm formalı- eliyle kendini yenileyebilir.
Bu akıl yürütme bana bugünkü bağlamımız dahilinde toplum sendikacılık üzerine düşünmenin olumlu bir zemini gibi görünüyor fakat bana tamamen farklı gibi görünen şey, siyasal mücadeleler ile ekonomik mücadeleleri bazı açılardan birbirinden ayrı şeyler olarak düşünen eski toplumsal sendikacılık kavramıdır. Euronomade bağlamında toplumsal sendikacılığı içsel bir ilişki olarak düşündüğümüz şey, birbirinden ayrı ve farklı yapılara sahip örgütler olan sendika ile toplumsal hareket arasındaki ittifaktır.
Bu içsel ilişki, kısmen, müşterek üzerine verilen mücadelelerin hem üretim araçlarının yeniden edinilmesine dönük ekonomik mücadeleleri hem de yaşam tarzlarının dönüşümüne dönük daha doğrudan siyasal ve toplumsal mücadeleleri içermesi nedeniyle bizim düşüncemiz açısından merkezi olan müşterek kavramsallaştırmasıyla da ilişkilidir.
Bu ilişki, yakın zamanlarda görünür olan, örneğin Brezilya’daki ve Türkiye’deki toplumsal hareketlere dönük belirli kuramsallaştırmalara da uymaktadır; bu hareketleri müşterekler için verilen mücadeleler -ya da şayet şehri bir müşterek mekân olarak düşünürsek aslında şehir için verilen mücadeleler- olarak görebiliriz. Böylece Brezilya’da ulaşım için verilen mücadele ya da Gezi Parkı üzerine verilen mücadele aslında kent mekânını müşterekleştirmek, kent hayatını müşterekleştirmek için verilen mücadelelerdir. Ve bunların ikisini de hem ekonomik mücadeleler hem de siyasi ya da toplumsal mücadeleler olarak görebilecek olmamız nedeniyle de, geleneksel olarak dışsal olan bir ilişki artık içsel bir ilişkiye dönüşmüş durumdadır.
Geçen yıl Black Lives Matter [Siyahilerin Hayatı Önemlidir] hareketi ABD siyasetinde çok net bir iz bıraktı. Geçtiğimiz yıl Ferguson’da ya da bu yılın başlarında Baltimore’da yaşanan kentsel isyanlar bize günümüz Amerika’sında sınıf ile ırk arasındaki karmaşık ilişkiye dair ne söylüyor? Ve bu mücadele sizce nereye gidiyor?
Birleşik Devletler’de, en az son 150 yıldır, Irk üzerine düşünmeden sınıf üzerine düşünemezsiniz ya da sınıfsal dinamikleri anlamadan ırksal dinamikleri anlayamazsınız. Ferguson’un gösterdiği şeylerden biri -normal şartlarda kontrol altında tutulan çatışmalılık halinin birdenbire patladığı göz önünde tutulursa- yüzeyin hemen altında kaynayan bir tür volkanik magmanın, isyana dönük bir niyetliliğin var olduğudur.
Çok açık olmayan şey ise örgütlenme olanaklarıdır. Yine Black Lives Matter hareketiyle birlikte Birleşik Devletler’deki her türden solcu ses geleneksel liderlere ihtiyaçlarının olduğunu söyleyecekti. Occupy‘a dair de söyledikleri gibi: “Bir Martin Luther King’leri olmaksızın hiçbir yere ulaşamazlar.” Benzer şekilde Ferguson ve Baltimore ile birlikte de genellikle aslında Baptist vaizler gibi dini figürler anlamına gelecek biçimde siyahi topluluğa liderlere sahip olma çağrıları yapıldı.
Ben ise bunun ne istenilir ne de etkili bir şey olmadığı görüşündeyim ve mesele yine daha önce bahsini geçirdiğimiz üzere neye ihtiyacımızın olduğuna gelmiş oluyor. Ben illa ki örgütlenmeye dönük yeni bir kavrayış çağrısında bulunuyor değilim ama en azından henüz örgütlenmeye dair sorunlarımızı çözemediğimizi ve bu noktada gerekenin tam da bu olduğunu kabul etmemiz gerektiğini söylüyorum.
Bu periyodik patlamaları yeterli görmüyorum ve hem demokratik ifadeye hem de uzun ömürlü ve etkili karşı-iktidarların kurulmasına izin veren örgütlenme tarzlarına ihtiyaç olduğunu hissediyorum – ve bunun oldukça yaygın bir hissiyat olduğunu düşünüyorum.
Black Lives Matter hareketi de diğer pek çok mücadele gibi bunu gösteriyor. Her ne kadar saçma olacaksa da, bir yanıta sahip olduğumu söylemek isterdim. Fakat bence bu türden sorunların çözülebilmesinin tek yolu, kayda değer bir zaman boyunca sürdürülecek bir tür kolektif kuramsallaştırma vasıtasıyla hareketlerin kendi içinde yatmaktadır. Bana göre -bu mücadelelerle ilgili yazıp çizen kişiler olarak- yapabileceğimiz en iyi şey, örgütlenme sorununun gündemin en merkezi yerini işgal ettiği bir dönemde olduğumuzu kabul etmektir.
Örgütlenmeden bahsetmişken, İspanya’da Podemos’un kurulması benzeri yakın zamanlı gelişmelere dair düşünceleriniz nelerdir? Eski parti formuna bir geri dönüş mü söz konusu yoksa bundan fazlası mı?
Podemos’un o eski partilerden olduğunu düşünmüyorum. Podemos’u, Barcelona en Comù ve Ahora Madrid olarak adlandırılan belediye seçimleri projeleriyle birlikte, hareketlerin yeni taktiklerle ortaya koyduğu deneyimlerden biri olarak görüyorum.
Podemos, 15-M hareketinden aktivistler tarafından seçim siyaseti alanına girip giremeyeceklerini görmek ve hareketlerin isteklerini ve dinamizmini korumak üzere girilmiş bir tür bahistir. Podemos başarılı olur ya da olamaz, onu bilemem. Bu türden seçim yarışlarına girmek her zaman risklidir. Şayet seçim deneyiminde başarısız olunursa, bu, seçime çok fazla enerji harcamakta olan hareketler açısından tahrip edici olabilir.
Diğer yandan, eğer Podemos ve yeni seçilmiş olan belediye yönetimleri hareketler açısından bir tür alan açabilirse, bu son derece olabilecektir. Bu durum bana Deleuze’ün onunla yapılmış röportajlardan oluşan belgeselde [L’Abécédaire de Gilles Deleuze] sola dair düşünceleri sorulduğunda verdiği yanıtı hatırlatıyor: “Sol hükümet diye bir şey yoktur. Belki, sola alan açan bir hükümetten bahsedilebilir.”
Bana göre bizim umabileceğimiz şey de budur. Podemos’u da buna benzer bir şey olarak düşünürsek -hareketlere yeni alanlar açabildiği sürece- Podemos da bir başarı olacaktır.
[RoarMag’daki orjinalinden Sendika.org tarafından çevrilmiştir.]
Link: https://roarmag.org/magazine/michael-hardt-spaces-for-the-left/
Michael Hardt: Amerikan edebiyatı tarihçisi ve siyaset felsefecisi. Antonio Negri ile birlikte kaleme aldıkları İmparatorluk, Çokluk ve Ortak Zenginlik‘ten oluşan üçleme en bilinen kitaplarıdır. Duke Üniversitesi’nde edebiyat kürsüsünde profesör olarak görev yapmaktadır.
Sendika.Org, yayın hayatına başladığından bu yana işçi sınıfı hareketinin, solun ve genel olarak toplumsal muhalefetin gündemine ilişkin, farklı politik perspektiflerden düşünsel katkılara açık bir tartışma platformu olagelmiştir. Sitemizde yayımlanan yazılar yayın kurulunun politik perspektifiyle uyumluluk göstermeyebilir. Amacımız, mücadelenin gereksinim duyduğu bilimsel ve politik bilginin üretimini zenginleştirecek tüm katkılara, yayın ilkelerimiz çerçevesinde, olabildiğince yer verebilmektir.