Prof. Dr. Erinç Yeldan’la yaptığımız söyleşinin ikinci bölümünde, seçimlere doğru partilerin, özellikle de CHP’nin ekonomi politikası ve solun neyi esas alması gerektiği üzerine konuştuk. Sermayeye dokunmayan bir sosyal adalet iddiasının inandırıcı olmadığını belirten Yeldan, finans ve rantiye kesiminin vergilendirilmesi gerektiğini söylüyor. Yeldan’a göre Türkiye ekonomisinin tek rekabet unsuru emek oldukça yoksulluktan kurtuluş da mümkün olmayacak […]
Prof. Dr. Erinç Yeldan’la yaptığımız söyleşinin ikinci bölümünde, seçimlere doğru partilerin, özellikle de CHP’nin ekonomi politikası ve solun neyi esas alması gerektiği üzerine konuştuk. Sermayeye dokunmayan bir sosyal adalet iddiasının inandırıcı olmadığını belirten Yeldan, finans ve rantiye kesiminin vergilendirilmesi gerektiğini söylüyor. Yeldan’a göre Türkiye ekonomisinin tek rekabet unsuru emek oldukça yoksulluktan kurtuluş da mümkün olmayacak
“Masamızın çekmecesinde sınıflar üstü, herkesi memnun edecek, hiç kimseye bir bedel ödetmeden herkesin refahını artıracak bir reçete yok”
“İş, beceri, eğitim, teknik gelişme olanaklarının yaratılması gerekmektedir. Piyasa ne Türkiye’de ne de dünyada bunu yapacak durumdadır”
“Solun Türkiye ekonomisine bakış açısında her şeyden önce insan onuruna yakışır iş ve örgütlülük esas olmalıdır”
Seçim sürecine girerken, özellikle de CHP’nin çıkışlarıyla partilerin ekonomi politikalarına ilişkin tartışmalar gündemde. CHP’nin sermayeyi ürkütmeden halkçı politikalar uygulama iddiası konusunda ne diyorsunuz?
Kısa dönemden başlayarak, orta ve uzun döneme doğru, hem iktisadi hem de iktisat dışı konularda ne yapılmalı, onun üzerinde duralım.
Şimdi, önden vurguyu çok açık ve net bir şekilde ortaya koyalım. Masamızın çekmecesinde sınıflar üstü, herkesi memnun edecek, hiç kimseye bir bedel ödetmeden herkesin refahını artıracak ve Türkiye’nin bağımsızlığını pekiştirecek bir reçete yok. Böyle bir şey eşyanın tabiatına aykırı. Her siyasi reçetenin mutlaka bir sınıfsal dayanağı olmalıdır. Ve her uygulanan reçetenin de her iktisadi dönüşümün de bedel ödettireceği kesimler olacaktır, yani sınıfsal yansıması mutlaka olacaktır.
Peki, sol ne yapmalı?
Dünyaya sol bir dünya görüşünden, emek cephesinden bakıyorsak, emeğin kazanımlarını çoğaltırken bir taraftan da emeğin üretkenliğini, ulusal bağımsızlığı pekiştirici ve Türkiye’nin modernleşmesinin ve sanayileşmesinin önünü açacak bir hat oluşturmanız ve kitleleri de bu sürece katmamız gerekmektedir.
Kısa dönemli reçete açısından şunlar söylenebilir. Sosyal demokrat, sosyal adaletten yana ve giderek sosyalist düşünce yelpazesine açık olan siyasi projenin ilk vergilendireceği kesim, daha çok, kumarhane kapitalizmi diye adlandırdığımız finansal gelirler olmalı. Türkiye özelinde ikinci vergilendirilmesi gereken, bedel ödetilmesi gereken kesim rantiye kesimi veya kapkaççı imar rantı kesimdir. İmar rantları vergilendirilmelidir. Sit alanı olarak ayrılan bölgelerin, yandaş belediyelerin imar planlarını değiştirmesiyle yandaş müteahhitlere peşkeş çekilip bir gecede milyonerlerin, trilyonerlerin yaratıldığı bir ülkede bu tür rantların önüne geçilmeli ve bugüne kadar olan rantlar, vurgunlar da gerçek bedeller üzerinden vergilendirilmelidir.
Bu iki konuda yani finansal sistemin vergilendirilmesi ve toprak rantlarının vergilendirilmesi konusunda ben Türkiye’de hiçbir sağduyulu insanın bu kaynaklara karşı çıkacağını sanmıyorum. Japonya’daki acı olaydan sonra, nükleer tecrübelerden sonra çevrenin korunması ve çevrenin korunmasına ilişkin vergilendirme gündemde. Bu, karbon emisyonlarının vergilendirilmesi veya sanayi atıklarının vergilendirilmesi biçiminde olabilir. Türkiye’de pek dillendirilmeyen üçüncü bir vergilendirme alanı da çevreyi kirleten kesimlerin bunun bedelini ödettirilmesi olgusu. Bunlar çok önemli konular oluşturabilir.
Buradan elde edilecek kaynaklar da yeni sosyal politikalara mı temel oluşturacak?
Bugün CHP’nin söyleminde yer alan vatandaşlık geliri kavramı ile belli bir akçeli boyut da eklendi. Bu vergilendirme yolları, bugünün koşullarında 600 lira gibi projelere fon oluşturabilir.
Fakat ben bunun da ötesinde, yoksullukla mücadele, işgücünün eğitimi ve insan onuruna yakışır iş becerisi ve donanımının sağlanması için topyekûn bir yeniden kamu üretimi, kamu yatırımı ve kamu istihdamı projesinin gündeme getirilmesi gerektiği görüşündeyim. Bir yandan özelleştirmeler veya esnek, güvencesizleştirilmiş istihdam biçimlerini savunacaksınız bir taraftan yurttaşlık geliri ile yoksullukla mücadele edeceksiniz. Bu ikisi bir arada çok kopuk bir politika olarak ortaya çıkıyor.
Ekonomide kamunun ve özel sektörün ağırlığı da bir başka tartışma konusu…
Türkiye’nin özelleştirme stratejisi bütün dünyada olduğu gibi aslında bir verimlilik, üretkenlik, israfla mücadele söylemi ile yola çıktı. Buna rağmen bunların hiçbiri ile ilişkilendirilmemiş doğrudan doğruya siyasi rant, kamu varlıklarının yandaş sermaye gruplarına yok pahasına verilmesi veya kamu kredileri ile nemalandırılmış sermaye gruplarına devlet eliyle kredi kazandırılıp daha sonra kamu varlıklarının el değiştirmesi şeklinde gelişti. Türkiye’de özelleştirme rant yaratma mekanizmasının bir parçasıdır.
Türkiye’de bölgesel eşitsizliğin giderilmesi ve sanayinin daha entegre bir yapıya kavuşturulması, coğrafi olarak çeşitlendirilmesi, yeni modernleşme adacıklarının yaratılması için bir kamu istihdamı ve kamu yatırımı girişimciliğine çok yüksek bir şekilde ihtiyaç görülüyor. Mesele sadece vatandaşa 600 liralık yoksulluk ödemesi yapılmasından ibaret değil. Aynı zamanda bu kimselere iş, beceri, eğitim, teknik gelişme olanaklarının da yaratılması gerekmektedir. Piyasa sistemi ne Türkiye’de ne de dünyada bunu yapacak durumdadır.
Kapitalizmin merkezi ülkesi Amerika’da bile bugün gelir dağılımındaki uçurumun en büyük payı emek içindeki ayrışma, bir yanda beceriye, yabancı dile, internete teknik donanıma sahip üniversite mezunları, öbür tarafta vasıfsız işçiler -onlar vasıfsız işçiyi 12 yıldan az eğitim alan yani liseden terk olarak tanımlıyorlar. Vasıfsız işçilerin ücretleri ile üniversite mezunu, teknik donanımı yüksek kişilerin ücretleri arasındaki farklılık gelir dağılımındaki uçurumun ana öğesini oluşturuyor.
Türkiye de bu yolda adım adım ilerliyor. Çok daha sert, çok daha derin bir şekilde. Çünkü Türkiye’de kadın-erkek eşitsizliği, fırsat eşitsizlikleri, etnik kimlik farklılıkları, coğrafi farklılıklar işin içine giriyor. Yani eğitimin özellikle Türkiye’deki gibi ticarileştirildiği koşullarda temel eğitimin, teknik donanımın kamusal hizmet amacıyla tekrardan halka yansıtılması, emekçiye ulaştırılması, kırsal kesime ulaştırılması nostaljik olacak ama bir Köy Enstitüsü heyecanıyla tekrardan gündeme konması gerekiyor.
Bunun ötesinde Türkiye’nin büyüme stratejisinin AB ile rekabet ve ihracata yönelik büyüme ekseninden sürdürülebilir iç talebe yönelik büyüme eksenine oturtulması gerekiyor. Bu, “dışarıya kapanalım, dışarıdan ithalatı yasaklayalım, yeniden koruma duvarları örelim” anlamına kesinlikle gelmiyor. Bilakis açık ekonomi koşullarında fakat piyasanın sinyallerine göre değil sosyal fayda prensibine göre, sosyal refah prensibine göre, dinamik üstünlükler prensibine göre Türkiye’nin kendi sanayisini entegre bir yapıya kavuşturacak, dışa bağımlılığını azaltacak bir kredi, teknolojik gelişme ve bunun da ötesinde bir maliye ve para politikası izlemesini gerektiriyor.
Türkiye’nin şu an angaje olduğu daraltıcı maliye ve para politikalarının, uluslararası yabancı sermayeyi çekme amacıyla sağlanan yüksek faiz politikasının, ”
yurtdışından ithalatı ucuzlatalım, bu yolla enflasyonu düşürelim ve sanayiciye ucuz girdi sağlayalım” anlamına gelen ucuz döviz kuru politikalarının terk edilmesi gerekiyor. Bu politikalar Türkiye’de faizleri yüksek, döviz kurunu ucuz kılarken, rekabet edebileceğimiz tek unsur olarak ücret maliyetini bırakıyor. Rekabeti ücretler üzerinden değil teknolojik gelişme, eğitilmiş işgücü ve iyi düşünülmüş, entegre bir sanayi yatırım hamlesi üzerinden kurmak gerekiyor.
Bir de partilerin 2023 vizyonu vs. etrafında dile getirdikleri orta-uzun vadeli hedefler var…
2023 vizyonu birçok partide dile getiriliyor. CHP’de, AKP’de ve diğer partilerde de… 2023, Cumhuriyet’in 100. yılı olarak simgesel bir tarih. “Orta ve uzun vadeli perspektif olarak ihracata yönelmek için daha rekabetçi bir işgücüne sahip olmalıyız. Bunun için işgücü piyasalarımızı esnekleştirmeliyiz, parçalamalıyız, yarı zamanlı istihdama yönelmeliyiz” deniyor. Oysa bunun yerine, “İnsan onuruna yakışan bir iş”in temel alınması; rekabetçiliğin doğurduğu sosyal sancıların, yapısal işsizliğin bu resmin bir parçası olacağını unutmadan, işsizlik sigortası gibi bunlarla mücadele edecek kurumların oluşturulması ve gerçek anlamda kullanılması gerekiyor.
Şimdi, örneğin çok öykünerek bakılan Almanya’da esnekleştirilmiş istihdam biçimleri (bunlar Alman kamuoyu tarafından göreceli olarak kabul görüyor) sürdürülebiliyor. Çünkü orada Türkiye’ye göre çok daha iyi işleyen sosyal dayanışma, sosyal güvenlik ve işsizlik sigortası gibi sistemler var.
Şimdi Türkiye burjuvazisi istiyor ki bu tip sosyal kazanımlar olmasın, sosyal güvenlik sistemi piyasada ticarileştirilsin, işsizlik sigortası fonu gerekirse sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda kullanılsın, burjuvazinin vergi gelirlerini karşılamak için ödensin, hatta gerekirse bütçeye yama olarak kullanılsın, o fon işsizlere sigorta olmanın dışında her türlü kaynak için deyim yerindeyse çarçur edilsin. Öbür taraftan da biz rekabetçi olalım; rekabetçi olmak için yarı zamanlı, güvencesiz, esnek, evden çalışma, stajyer çalışma gibi esnek üretim biçimleri Türkiye’ye kazandırılsın. Böyle bir kapitalizm doğrudan doğruya taşeronlaştırılmış, enformelleştirilmiş, insanları yoksullaştıran bir kapitalizm olacaktır.
Yeniden sola dönersek, sistemin ekonomik vaatleri karşısında nasıl bir tavır alınmalı?
Sol siyasi örgütlerin Türkiye’ye bakış açısında her şeyden önce insan onuruna yakışır iş ve örgütlülük esas olmalıdır. Bunun kıskançlıkla savunulması önem arz ediyor. Birkaç yüz liralık bir vatandaşlık geliri için aranan fonların, aslında bu tür kurumsal ve toplumsal dönüşümlerin gerçekleştirilmesi için düşünülmesi gerekiyor. “Bir taraftan yerli burjuvaziyi ürkütmeyelim, bir taraftan uluslararası sermayeyi ürkütmeyelim ama öbür taraftan da sosyal adaleti sağlayalım, sosyal devleti güçlendirelim…” Bütün bunlar bir arada kolay kolay uyuşturulan yapılar değil.
Birtakım acil adımlar atılabilir. Mesela son derece basit bir şekilde finansal işlemlerin vergilendirilmesi, finansal burjuvazi tarafından vatana ihanet ile suçlanıyor, kesinlikle tahammül edilmiyor. “O zaman yabancı sermeye gelmez, ekonomi çöker” şantajıyla yola çıkıyorsak hiç bu mücadeleye girmeyelim. Böyle bir kafa bulanıklılığıyla böyle bir mücadelenin sürdürülebileceği kanısında değilim.
Son söz olarak, “bir bütün olarak iktisadi büyümenin nihayetinde bugün fedakarlık yapalım yarın öbür gün siz emekçiler daha iyi koşullara sahip olacaksınız” vs gibi, devamlı ertelenen sahte cennet vaatleriyle sol siyaset bağdaşan bir şey değil.
Sendika.Org / Engin Duran