“Darbeci: ’12 Eylül Ruhu’ ya da Halkın ‘Yüce Millet’le İmtihanı” ve “Bi’at ve Öfke: Recep Tayyip Erdoğan’ın Psikobiyografisi” kitaplarının yazarı, psikiyatrist Cemal Dindar’la anayasa değişikliği referandumuna giderken toplumun ve iktidarın haleti ruhiyesi üzerine konuştuk. Dindar 12 Eylül Anayasasının oylandığı referandumla bugünkü referandum arasında önemli parallellikler bulunduğunu ama bu kez “hayır”lı bir sonuç çıkabileceğini söylüyor. Erdoğan’ın […]
“Darbeci: ’12 Eylül Ruhu’ ya da Halkın ‘Yüce Millet’le İmtihanı” ve “Bi’at ve Öfke: Recep Tayyip Erdoğan’ın Psikobiyografisi” kitaplarının yazarı, psikiyatrist Cemal Dindar’la anayasa değişikliği referandumuna giderken toplumun ve iktidarın haleti ruhiyesi üzerine konuştuk. Dindar 12 Eylül Anayasasının oylandığı referandumla bugünkü referandum arasında önemli parallellikler bulunduğunu ama bu kez “hayır”lı bir sonuç çıkabileceğini söylüyor. Erdoğan’ın liderden despotik şefe dönüştüğünü belirten Dindar, “şefin de garantisi yok” diyor.
12 Eylül Anayasası yüzde 92 ile kabul edilmişti. Bu sonuçta toplum üzerinde uygulanan şiddetin etkili olduğu da söylendi. Şimdi de anayasa değişikliği referandumuna bir tür psikolojik harp atmosferi içinde gidiyoruz. İktidar reklam kampanyalarından medyasına, tüm iktidar olanaklarından da faydalanarak yere göğe evet yazdırıyor. Kitleler o hale getirildi ki, ne sorulursa evet demeye hazır kitleler var. Bir mitingde Tayyip Erdoğan’ın “Türban sorununu Kemal Kılıçdaroğlu’nun çözeceğine inanıyor musunuz” şeklindeki sorusuna binlerce AKP’li coşkuyla evet diyebiliyor. Bu psikolojik harp atmosferi sizce kitleleri nasıl etkiliyor?
Öncelikle bu sürecin “psikolojik harp” çağrışımı ile birlikte yürümesi tuhaf değil mi? Yeğenim ilkokula başlayacak. Kelimeleri, eskilerin deyişiyle, yeni yeni söküyor. Geçenlerde Okmeydanı’ndan Bakırköy’e gidiyoruz. Yolda her taraf “evet” dolu. Bunca “evet” onun meraklı aklına bile öyle fazla geldi ki… “Niye her yere ‘evet’ yazmışlar, dayı?” diye sordu.
Harfleri yeni söken çocuğa bile “evet”i, hatta biatı ezberletmeye çalışmak, neyin nesi, di’mi?.. Bir de nasıl bir varlık/yokluk meselesi haline getirdiler, referandumu! Dört koldan nasıl bir ideolojik şiddetle yürütüyorlar kampanyayı! Yani, şu “psikolojik harp” çağrışımı, tam da bu ideolojik şiddetin yedi yaşından yetmiş yaşına bu halka uygulandığının açık belirtisi değil mi?
Senin sorunun başındaki “1982 referandumuna yüzde 92 evet” ile Tayyip Bey’in türban ve Kılıçdaroğluna dair sorusu sonrası ortaya çıkan kitlelerin lapsusunu aynı siyasal sürecin iki anı olarak görebiliriz. Ya da şöyle diyelim; 1982 referandumunda yüzde 92 evet sonucu çıktığı için, bugün Recep Tayyip Erdoğan adında bir başbakanımız var. Yine o yüzde 92 nedeniyle, kendi siyasal-iktisadi koşullarından önce liderin arzusunu içselleştiren ve ne sorulsa, lider öyle istediği için “evet” diyen bir miting alanı, o alanı dolduran kütleleştirilmiş bir halk var.
Kenan Evren’den Tayyip Bey’e uzanan çizgide hepsinin dilinde şu “yüce millet” söylemi. Söylemdeki “yüce millet”in herhangi bir ferdinden bir itiraz gelirse ne oluyor? “Ananı da al git.” 24 Ocak/12 Eylül sonrası Aydınlar Ocağı’nca pişirilmiş Türk-İslam sentezi ideolojisi ile dizayn edilen yeni sağın söylemindeki bu “yüce millet”in gerçekte neyin ifadesi olduğunu bir darbe günleri sahnesinden biliyoruz. Kenan Evren netekimli günlerinde ve ihtimal yine bir referandum öncesinde Anadolu’yu şehir şehir gezerken rivayete göre ilk ve tek protestoya nasıl maruz kalıyor? Bir şehrimizde sözlerini şöyle bağladığında: “Sevgili hemşehrilerim… Değerli hemşehrilerim bana bir çift kangal hediye ettiler. Onları her gördüğümde sizleri hatırlayacağım.”
Neyin hesaplaşması? AKP kadroları ve siyaseti külliyen 12 Eylül’e ‘evet’in ve 12 Eylül’ün kişilik kazanmış halidir. Dileyen dilediği kadar “yetmez ama…”lı, “şimdilik kafi, lakin…”li cümleler kursun. Bizim gördüğümüz, 12 Eylül düzeni 1982 Anayasa referandumunda elde ettiği yüzde 92’lik “evet” sonucuyla ideolojik el yıkamasını yapıp şiddetini Anayasa metni haline nasıl getirdiyse bugün de ikinci bir el yıkama için aynı sahne kuruluyor: yine bir 12 Eylül günü, yine “evet” isteyerek ve yine yedi yaşındaki çocukların zihinlerine işgal duygusu veren inanılmaz bir baskı ortamında…
Bir de nasıl milim şaşmaz bir devamlılığı var bu işlerin. Yazdığı gazetede, hayır diyen sosyalist sol’a “zeka özürlüler” muamelesi çeken Murat Belge, bugünden baktığımızda mesela 1992’de de aynı yerdeymiş, biz şeyhi uçurmaya çalışıyormuşuz. O 12 Yıl Sonra 12 Eylül kitabında bugünki tarafını açık açık yazmış. Ne diyor: “12 Eylül Anayasası’na yüzde 92 evet denildi, çünkü her evde bir Kenan Evren var.” On kişiden birinin gözaltına alınıp cendereden geçirildiği günlere dair yazılanlarda, baskı aygıtlarını, zindanları görmezlikten gelip bir siyasal sonucu ev-içi dinamiklerle açıklamak… bir halk daha ağır nasıl aşağlanabilir ki! Bir de, Belge’nin bir dönem Althusser ile özdeşleşmesi var ki… Neydi şarkı: “yanlış zaman, yanlış insan…”
Althusser deyince… Onun, devlet mekanizmasına dair ikili çözümlemesini ülkemizde son yıllarda yaşananlarla birlikte yeniden düşünmek yaratıcı olabilir. Şu ünlü “baskı aygıtları ve ideolojik aygıtlar” ikilisi. Referandum süreci ile de ilgili bir soru bu: “hukuk, günümüzde bir ideolojik aygıt mı, baskı aygıtı mı?” Ya da referanduma sunulan Şey’in gövdesini bizzat hukuk kurumunun yeniden dizaynının oluşturması rastlantı mı?
Biz tüm bunları anlamak ve anlatmak için, bu söyleşiyi okuyacak olanlara kısa bir kuramsal çerçeve sunalım. Freud, Totem ve Tabu’yu Goethe’nin Faust’undan ünlü bir söz ile bitirir: “Başlangıçta eylem vardı.” O başlangıç eylemini de tüm kültürün/uygarlığın temeline yerleştirir. Şu neoliberalizm günlerinde, senin sorundaki “psikolojik harp” çağrışımının sorumlularından olan politik psikoloji alanında çalışanlar başta olmak üzere, Freud’un günümüzdeki takipçilerince unutturulmaya çalışılan başka tezleri de vardır. Freud, “Başından beri iki tür psikoloji vardır: gruptaki bireylerin ve babanın, şefin ya da liderin psikolojisi.” Baba, şef, lider aynı kumaştan olsalar da aynı değildirler. Ortak paydaları, hükmettikleri bireylere uyguladıkları şiddettir. Fakat şiddetin dozuna göre babalıktan lidere, oradan şefe doğru bir nitelik değişimi olur. Peki yönetilenlerin durumu nedir? Yine şiddetin dozuna göre farklı gruplardan oluşan bir halktan “yüce millet”e, oradan “sürü”ye doğru niteliği değişir. Şiddet halkı sürüleştirir. 12 Eylül’de başımıza gelen buydu. Fakat bir halkı sürekli bir baskı cenderesinde tutmak, bir deliliğe uzun süre kapatmak o kadar kolay değildir. İşte orada liderle kurulan hipnoid bağ devreye girer. Liderin ne söylediği değil, nasıl söylediği önem kazanır. Yukarıda sözünü ettiğimiz “yüce millet” söylemi, liderin yüceliğinin tersyüz edilmiş halidir. İşte o vakit lider deyim yerindeyse uçmaya başlar…
12 Eylül’de şiddetin yüzde 92’ye evet dedirttiğinden söz ettiniz. Peki bugün bu kalabalıkları da bu hale getiren yeni döneme özgü bir iktidar şiddetinden söz edebilir miyiz? Sorun sadece Erdoğan’ın azarlaması değildir herhalde.
Birincisi bu dönem ve 12 Eylül diye bir ayrıştırma bir kere uygun değil. Biz hala 12 Eylül’ün içinde yaşıyoruz. Yakın tarihe bakarken bunu unutmamamız lazım. Mesela 12 Eylül darbesi ve Türkiye’de neoliberalizmin yerleşme sürecini hep böyle “12 Eylül, 12 Eylül” diye konuşuruz ya; “24 Ocak ve 12 Eylül” diye konuşmamız lazım. 24 Ocak tarihi toplumsal etkisi açısından en az 12 Eylül kadar büyük bir darbedir.
Evet, büyük kötülükleri olmuştur bu topluma 12 Eylül cuntasının. Ama, Kenan Evren üzerine odaklanma, militarizm merkezli açıklamalara yoğunlaşma, baze
n o kadar kolay, saf ve mutlak bir açıklamaya dönüşebiliyor ki, mesela Özal’ı aklamaya dönüşebiliyor. “Kenan paşa, Kenan paşa” söylemi Özal’dan bugüne gelen ve Tayyip Erdoğan’a uzanan çizgiyi aklamanın adı haline geliyor.
24 Ocak Kararları’ndan milim şaşmayan bir siyasal iktisat projesini sürdürenler, bu kararların bekası için yapılmış bir darbe ile nasıl hesaplaşabilirler? Asıl soru bu! Ece Ayhan’ın sözüydü sanırım, “çelenklerin bir de arka yüzü var.” 12 Eylül, 24 Ocak çelenginin arka yüzüdür. Bu tersi-yüzü durum karşıtlık gibi sunuluyor ve çelengin sahipleri bir de böyle bir ideolojik aklanma yaşıyor, yaşatıyorlar. Bu aklamanın mimarı da şimdi, Ak Parti işte… İroni mi?
Yani bakıyoruz Tayyip Bey’in konuşmalarına, “darbe ve darbeciler kötü”, eyvallah…fakat bilbordlarda Özal’la devamlılığını beyan eden fotoğraflar… bu arada idam edilenler için Meclis’te göz yaşları… Ne yani, Özal iktidar olduğu dönemde idamlar olmadı mı? Oldu. Biz niye bunu görmeyeceğiz ki? Turgut Özal’ın 24 Ocak kararlarının asıl mimarlarından biri olduğunu, 12 Eylül olduğunda Vehbi(Koç) Bey’in bir ay geçmeden Kenan Paşa’yı ziyaret ettiğini, “Turgut Özal mutlaka kabinede olmalı” dediğini… bunları unutacak mıyız? Halit Narin’in, “Şimdi sevinme sırası bizde” dediğini unutacak mıyız?
O yüzden biz sürecin asıl öznesini, yönlendireni göreceğiz. Yoksa ne olacak, Kenan Paşa 90 yaşına gelmiş, yargılansa ne olur yargılanmasa ne olur. Simgesel olarak asıl o süreci çağıranlar ve o süreçte iktisadi anlamda ve siyasi anlamda bu ülkeye makas değiştirtenler, ordu bu baskıları yaparken düğün bayram edenler de yargılanmalı yargılanacaksa. Bu yargılamayı da illa mahkeme salonlarına dair bir talep olarak söylemiyorum. İdeolojik hegemonyanın kırılması anlamında söylüyorum. Türkiye sosyalistlerinin, 90’lardaki ideolojik metamorfozu geriye çevirecek, sınıftan kopmuş eylemliliği ana mecrasında akıtacak
ve yeni sağın yedek gücü olmaktan çıkacak bir örgütlenme süreci, 12 Eylül’le en büyük hesaplaşma ve 12 Eylül’u en doğru yargılama sürecidir. Toprak da buna müsait. CHP, adındaki ‘halk’ı yıllar sonra anımsadı, bu bile bir rüzgar estirdi, işte.
Aslında 12 Eylül’ün bir ürünü olan ve onun sürekliliği içinde oluşmuş bir AKP’den bahsediyoruz. Bugünkü 12 Eylül’le hesaplaşma ya da devleti yenileme iddiasını da bir baba-oğul hesaplaşması gibi ya da süreklilik-kopuş diyalektiğinde değerlendirsek… Ya da bu hesaplaşma iddiasını sizce nasıl adlandırmak gerekir? En nihayetinde işte bu memleketin beğenmesek de bir kısım aydınının da ikna olduğu bir hesaplaşma “iddiası” var. 12 Eylül’ün ürünü olan bir parti, yine sermayeye hizmet eden aynı mantığı sürdürmek için 12 Eylül’ün kalıntılarıyla, belki eski kabuğuyla hesaplaşıyor. Buradaki hesaplaşma iddiasını da mutlak bir zıtlıkmış gibi sunabiliyor. Bu zıtlığı nasıl tarif edeceğiz?
Bu meseleleri psikolojize etmeyelim bir kere. Çünkü, bunu muktedir olanlar yapıyorlar ve niye yapıyorlar; siyasal iktisadın yerine politik psikolojiyi koymak için. Özellikle etnik ve dinsel grupların aralarındaki meselelerde artık göz göre göre, psikolojiyi kötüye kullanarak yapıyorlar. Politik psikolog, bakıyoruz, uzun uzun anlatıyor, mesela işte baba-oğul meselesi gibi, çözümlüyor etnik çatışmaları. Bir de bakıyoruz, aynı politik psikolog başkanların, başbakanların danışmanı. Yani, bilgi kuramı açısından bile belki de yeni bir durum var; çözümlenen sorunu, çözümlerken dizayn da etmek gibi bir garabet…
12 Eylül’den günümüze değin yaşanan ve Cumhuriyet’in mevcut kurumlarıyla çatışmalı bir yeni-sağ söylemin iki yönü var: birincisi, evet, öyle ya da böyle, Osmanlı’nın son iki yüzyılından beri Türk modernizmi, hemen hep İslamcı siyasetle çatışmalı bir çerçevede yerleşmiştir. Yani bizim modernizm serüvenimizin ana karakterlerinden biri bu. Sorunun ikinci yönü ise; 24 Ocak Kararlarının gerekçeleri ile ilgili. Türkiye’de devletin mevcut yapısı yerli sermayenin huzurlu bir şekilde uluslar arası sermayeyle bütünleşmesinin önünde engeldi. Şöyle diyelim; görece Kemalist ideolojiye bağlı kurumlardan oluşan bir devlet düzeni, sözkonusu süreçte Türk-İslam sentezi denilen, biçimsel olarak katı, oysa içerik olarak hemen her şeyle dolabilen, mesela Özal’ın dört eğilimi birleştirdik savını anımsayalım, mevcut duruma göre tahtarevalli misali bir o yana bir bu yana eğilebilen başka bir ideolojik bağlama yerleştirildi.
Askeriye, mülkiye, hatta tıbbiye… Bunlar bizim modernizm serüvenimizi yönlendiren ve bu süreçte biçimlenen kurumlardır. Herbirinin yakın tarihimizde yaşadığı dönüşümü kavramak yol gösterici olacaktır. Bu dönüştürme işlemi de epey operasyonel yapıldı. Mesela kendi mesleğimden bir örnek vereyim: Türkan Hoca… Türkan Saylan. Kurumları temsil gücü olan kişiler seçildi. Türkan Hoca’nın başına gelenler sırf “Çağdaş yaşam”cılığı nedeniyle değildi. Leprayla mücadelesi, yani yeni sağın vaaz ettiği dinsel bağlamdan kaçan bir adanmışlığın sembolü olması…
Erdoğan’ın toplumu ikna etmeye çalışırken, soy-sop söylemine sarılması, “Hayır cephesini komünistler destekliyor, teröristler destekliyor” deyip kitleleri coşturması, Kayseri’de “Komünist”ten söz etmesi, Ankara Sincan’da “Dedelerin tavsiyesiyle hakim atama dönemi sona erecek” demesiyle ’70’lerin o anti-komünist propagandasını, kendisinin komünizmle mücadele militanlığı döneminden edindiği propaganda malzemelerini tekrardan kürsüden dillendirdiğini de görüyoruz. Uzmanların yazdıkları metinlerin şüphesiz ki bir ideolojik omurgası vardır ve onun içinde biraz anti-komünist propaganda, biraz İslamcıların gönlünü hoş tutan şeyler var. Ama bir de “promptırlı başbakan, promptırsız başbakan” gerçeğimiz var. Bugüne kadar şöyle düşündük; spontan konuştuğu zaman makyajsız sanatçı gibi kusurunu açık ediyor. Aslında orada muhalefete duyduğu öfkeden veya kendine yönelik kontrol dışı çıkışlardaki tepkilerinden algıladığımız kadarıyla, bu durumun, onun dünya görüşünün şekillendirdiği bir liderlik vasfı olduğunu da söyleyebilir miyiz?
Bir iki yıl öncesine kadar şöyle bir mekanizma işliyordu; Tayyip Bey, bir şey söylüyordu, tepki aldığında bir danışmanı çıkıyor “Sayın Başbakan, onu değil de şunu kastetti…” açıklaması yapıyordu. Tayyip Bey, yine tepki toplayan sözler söylüyor, fakat artık ortada düzeltmen-danışmanlar yok. Bunun tek bir anlamı olabilir; artık, tepki alsa da düzeltme gereği duymayacak kadar muktedir olduğundan emin bir başbakanımız var. Ya da ruhsallık bilgisiyle bakarsak, artık Başbakanlık konumunu aşan, her toplumsal grup ya da kişiyi paylama, hizaya çekme hakkını kendinde gören bir şefimiz var. Şef tabusu, önemli tabulardan biridir. Başbakan’a dokunan ya iflah olmuyor, ya da “yürü ya kulum” burcuna geçiyor. Bu tabunun işlemeye başladığının önemli işaretlerinden biri de gazetecilerin düştüğü, evet, düştüğü durum: Başbakan’ı dünya gözüyle görüp söyleşi yapan gazeteci kendini cennetlik farzediyor. Bir de liberal gazetecilerin durumu var: bir dönem her söyledikleri muteberdi. Şimdi söyledikleri hiçbir şeyin kıymeti yok ve onlar da zaten artık bir şey söylemiyorlar, sözle dokunmuyorlar.
Erdoğan’ın bu yeni dönem siyaseti için, sağı geleneksel kodları etrafında yeni bir Milliyetçi Cephe (MC) siyasetiyle bir araya getirmeye çabalıyor diyebilir miyiz? Bir MC lideri gibi davranması, MHP tabanına bu kadar seslenmesi…
Şundan; MC kurgusunun karşısında her zaman soldan b
ahseden bir CHP vardı. Tesadüf değil şimdi, MC gibi bir söylemin ya da çatının beliriyormuş gibi olması. Yine soldan bahsetmeye, iyi kötü halktan bahsetmeye başlayan, Ecevit, hatta daha iyisi Gandhi benzetmesiyle Kemal Kılıçdaroğlu liderliğinde bir CHP. CHP’de yelin işçiden esmeye başladığına dair her işarette bu MC hissiyatı daha fazla ortaya çıkabilir.
AKP daha önce CHP’yle MHP’yi faşistlikle suçluyordu. Şimdi CHP, zikzak çizerek de olsa Kürt sorununda iyi kötü bir şeyler söylemeye çabalayınca eleştirinin yönü bambaşka bir istikamete savruldu. Tayyip Erdoğan, “faşist” CHP karşısında Kürtlerin savunucusuydu, şimdi “Kürtlere, teröristlere yakın” CHP karşısında mukaddesatın, milli değerlerin savunucusu haline gelebiliyor. Bu manevra kabiliyeti…
Tutarsızlık diyelim.
Tutarsız ama kitlesini tutabiliyor…
İşte bundan çok emin olamayız. Tam güçlü şefliği hissettiğine dair işaretler var Tayyip Bey’in. “Ben en güçlüsüyüm,” işte “şunu da dize getirdim, bunu da dize getirdim…” Biraz onu hissedebiliyoruz, değil mi. Bir tek Tayyip Bey’in değil aslında, medyada yandaş denilen grubun söylemi de mesela, sürekli ötekinin yetersizliği üzerine kurulu. “Burda iyi bir şey var anlamıyorsun”, “burada bilmem ne var siz anlamıyorsunuz”, “beyniniz o kadar yetmiyor”. Onların zekası hepimizden daha iyiymiş gibi bir yerden cümle kuruyorlar. Tayyip Bey de tam güçlü bir yerden söylemini kuruyor ve tutarsız olma hakkını bile kendinde görüyor.
Düşüşten önceki kibir aşaması mı bu acaba?
Hani bu işlerle ilgili ne olacağı konusunda şefliğin de garantisi yok. Yarın bir seçim olur bir başka sonuç çıkar. Bu dinamikleri düşününce referandumdan çıkacak bir hayır, Tayyip Bey’in de hayrına…
Onu iktidara götüren süreçte birtakım özellikleri var ya; baba ile hesaplaşan oğul görünümünde, parti içerisinde arkadaşlarını satmayan, Erbakan’a hep kafa tutan, aile birliğini kendi ekip birliğini koruyan birisiyken şimdi iktidarda. Sizin de söylediğiniz gibi muktedir olma durumu var ve üstelik bir çıkar birliğinin temsilcisi olarak orada yani bir denge siyaseti gütmek zorunda. Onu iktidara taşıyan Erdoğan’ı vazgeçilmez bir lider figürü yapan niteliklerini bir yanıyla da yitiriyor. 2010 referandum sürecinden bakıldığında nasıl bir lider figürü görünüyor? Onu o yapan bazı özelliklerini kaybediyor mu sizce de?
Elbette. Tam da söylemek istediğim şey bu. Çok riskli bir konum diyelim bir lider için. Bir lidere yapacağınız en büyük kötülük, onu şefe çevirmektir. Söylediğiniz çok önemli. Bir kitle partisi olamazsınız ondan sonra. Liderle şef arasında bir mesafe vardır. Lider liderdir her zaman, liderle şef arasındaki mesafeyi kateden şey ise despotizmdir.
Erdoğan’ın “Benim bakanım, benim vekilim” söylemi altında nasıl bir haleti ruhiye var?
Bu söylemin Türk sağcılığındaki deyim yerindeyse genetiğini biliyoruz. Süleyman Bey. Ama Süleyman Bey ne diyordu: “Benim yetimim, benim dulum, benim emeklim…” Tayyip Bey “benim bakanım” diyor. Tayyip Bey’in şöyle bir talihsizliği var. Onun arzu ettiği şey açısından talihsizlik. Hiçbir zaman bu toplumun babası olamayacak. Bu ise halkımız için talih de olabilir, talihsizlik de. O kadar oğul olmak konumuyla ilgili bir siyaset yürütüyor ki orayı bir türlü aşıp baba olamıyor… Ya da şöyle diyelim; baba olamadığı için despotik şef olmaya yolunda ilerliyor. Fark ne? Biz iyi kötü Süleyman Bey’in yarın bir gün nasıl davranacağını bilirdik. Hani Baba öyle biridir; sertliği yumuşaklığı önceden kestirilebilir. Ev içinde sürekli olarak “Bugün nasıl davranacak” diye belirsizlik yaşatan biri değildir, baba.
Bugüne kadar hep bunun avantajından faydalandı…
Hep avantajdı ama en büyük dezavantajıdır aynı zamanda. Siyaseten, o ezilen kimsesiz çocuk, bu arada annesinin de ev içindeki diğer kardeşlerin de sorumluluğunu almaya çalışan… İşte “Benim bakanım” biraz oraya denk düşüyor. “Kimsesizlerin kimi…” söylemini hatırlayalım…
AKP siyasetine baktığımız zaman şöyle bir sorunu daha var. Necmettin Erbakan’ın karşısında hep birisinden söz edildi, hatta karşısına çıkma gücü olanlar da oldu. Ama şimdi miting kürsüsüne bakıyoruz tek başına Erdoğan, hani bir lider, bir aile figürü, onu tamamlayan bir şey bile yok. Tek başına, tek adam görüntüsü çiziyor. Mesela AKP siyasetinin toplamına baktığımızda nasıl bir şey ortaya çıkıyor psikopolitik olarak? Hiç muhalefet yok karşısında, bir rakip yok, kafa tutan yok.
Asıl mesele şu: yönetilenlerin yönetenlere itirazını kaybetmesi. Bu, bir halkı kütleselleştirir, kütle haline dönüştürür. AKP’ye baktığımızda biz şimdi ne görüyoruz; bir kütle görüyoruz. AKP içinde farklı bir ses çıkarıp da, farklı bir söylem tutturup da AKP içinde kalabilecek biri var mı? Arzu edilen Türkiye modeli AKP’dir zaten; AKP’nin grubudur, seçmenidir. AKP çok demokratik bir grup da Türkiye de o yüzden mi çok demokratik olacak. Öyle bir şey yok. Arzu edilen, kütleselleşmiş bir “yüce millet”.
Sol içinden olsun, halk içinden olsun, AKP’ye, o şefe, baskı araçlarına itiraz hakkını kullanan herkes nedense devletçi, faşist vs diye tanımalanabiliyor liberal çevre tarafından. Erdoğan’a itiraz edeni, onun karşısında duranı faşizmin yanına düşmekle itham edebiliyorlar. Bunu AKP’nin kendi kitlesi değil, onun organik aydınlığını yapan liberal sol çevre yapıyor. Onlara dair yorumunuz nedir?
Şöyle diyelim. Faşist düşüncenin en karakteristik özelliklerinden biri, kavramlar arasındaki bağlamın kaybolması, bir de söz ile eylem arasındaki mesafenin daralmasıdır. Yani, bir insan devletçi ekonomiyi savunuyor diye ‘Faşist bu, nasyonal sosyalist bu’ derseniz siz tam da suç olarak beyan ettiğiniz çerçeveden seslenmeye başlarsınız. Hitler’in insanları sırf savaş amacı için fabrikalara doldurup, bizatihi savaş makinesi haline dönüştüren devletçi ekonomisiyle Sovyetik bir ekonomi arasında amaçları açısından taban tabana bir zıtlık vardır. Eğer bu ikisi arasındaki bağlam farkını kaçırır ve ikisini de faşizmle özdeşleştirirseniz, ki bu çok yapılıyor artık, bizatihi sizin düşünme biçiminiz faşizmin dar aralığında işlemeye başlar. Kavramlar arasındaki hiyerarşiyi görmüyorsunuzdur ve söylem çeşitliliğini, kendi söyleminizin lehine yok ediyor, mutlaklaştırıyorsunuzdur. Bunlar bir yanı.
Bir de şu var: sözünü ettiğimiz grubun mevcut işleyişten epeyce nemalandığını da biliyoruz. Yani, birçoğunun durumu da öyle filozofik, hatta bir ideolojiye sadakatla ilgili filan değil…
En nihayetinde 12 Eylül günü sandığa gidecek halk. Sizin referandum sürecinden beklentiniz nedir? Bu psikolojik harp atmosferi karşısında halkın itiraz yeteneği ne kadar etkili olacak sizce?
Kanımca iktidar partisi, bu referandum ile ilgili propagandasını 12 Eylül merkezli kurarak epey risk aldı. Ben toplumların sosyokültürel dipakıntılarının bazen şaşırtıcı sonuçlara vesile olduğunu düşünürüm. Anadolu’da bir mecliste, biri “hayırlısı” dediğinde, “mutlaka birkaç kişi daha çıkar ve “her şeyin hayırlısı” der. Hayır demek, bir kez ucu açılırsa, evet’e duyulan eğilimden bin kat güçlüdür. Eğer iktidar, ana propaganda alanı haline getirdiği 12 Eylül’le hesaplaşma konusunda inandırıcılığına dair ufak da olsa ideolojik bir açık verirse bu kez gerçek bir 12 Eylül hesaplaşması sandıkta yaşanabilir… Hayırlarla. İktidarın her köşe başına
bir “evet” pankartı asması, her imkanı seferber etmesi bu endişeyle de ilgili olabilir. Bu kez de bu bir güç gösterisine dönüşüyor ve 12 Eylül’ün sınırsız gücü ile örtüşebiliyor. Çünkü sahne 1982 referandumun bir benzeri olarak ve aynı şekilde kuruldu: aynı “şer cephesi” tarifiyle, aynı “evet” talebiyle, üstelik bir 12 Eylül günü… Bakalım 12 Eylül düzeni aynı referandumda ikinci kez yıkanabilecek mi? 12 Eylül’ün ürünü yeni sağ- yeni sol ittifakı ideolojik hegemonyasını kutlayabilecek mi? Yoksa, ülkemizde itirazın sesi mi yükselecek?
Ne diyelim… Her şeyin hayırlısı…